Sıcak bir yazın ardından eylülün biraz da olsa serinletici havasıyla buluştuk.
Güneş altında geçen uzun günler, geç yenen akşam yemekleri, tatil yolları, deniz kenarında geçirilen vakitler, uzun sohbetler…
Hepsi birer anıya dönüşmeye başladı bile.
Sıcak bir yazın ardından eylülün biraz da olsa serinletici havasıyla buluştuk.
Güneş altında geçen uzun günler, geç yenen akşam yemekleri, tatil yolları, deniz kenarında geçirilen vakitler, uzun sohbetler…
Hepsi birer anıya dönüşmeye başladı bile.
Sessizliği arzularız ama her kulak o lükse sahip değildir.
Gürültü bir ses değildir sadece.
Bazen görünmeyen bir ağırlık, bazen ise kulaktan önce zihni delen bir yorgunluk.
Siyaseti, birileriyle konuşmaktan çok tartışmak sandığım dönemlerim oldu. Kendi inandıklarımı daha doğru kabul ettiğim, okuduklarımın mutlaka okunması gerektiğini düşündüğüm, sadece fikirlerimi destekleyen yayınların peşinden gittiğim yıllar geçirdim.
Ateşli diyaloglar, öfkeyle söylenmiş cümlelerle doluydu.
‘Onlar’ ve ‘biz’ ayrımı keskinleştikçe, kim olduğumdan çok, neye inandığım öne çıkıyordu. Oysa bugün fark ediyorum ki, bana ait sandığım onca fikir, aslında başkalarından ödünç alınmıştı.
Her ilişkinin kendine has bir oluşumu vardır.İçinde sevgi, sabır ve bazen de kırılganlık barındırır.Bunların hepsini çevreleyen bir çit yoksa eğer, en özen gösterdiğimiz bitkiler, çiçekler bile gün gelir zarar görür. Peki nedir bu çit?Güvendir. İnsan, kendi alanına ihtiyaç duyar.Bu alan, yalnızca kişinin kendisine ait olan, başkalarının ise izinsiz girmemesi gereken bir mekândır.Bir günlüğün sayfaları olabilir bu, bazıları için de dost sohbetindeki sırdır.Kimisi için de kendi kendine kalma halidir dışarıdan dürtülmeden.Bu alanlara dokunulmadığında büyür ve genişler; dokunulduğunda ise büyümüz bozulur. Bir ilişkide sınırlar, ‘ben’ ile ‘biz’ arasındaki görünmez çizgilerden oluşur.O çizgiler, sevgiyi, samimiyeti engellemek için değil, aksine onu korumak ve büyütmek için vardır.Sınırları çizilmemiş bir ilişki müdahaleye açıktır, suların yatağından taşmasına neden olur.Kendi akışımızı ve yönümüzü tayin edebilmemiz için bu sınırlara ihtiyaç duyarız. Sınır ihlali her zaman patırtılı ve gürültülü olmaz.Çoğu kez nezaket kisvesi altında sinsice yapılır. “Sadece merak ettim” diye başlayan cümleler, “senin iyiliğin için” diye daha da meşrulaştırılır.İlerleyen ihlal, “beni seviyor, bana bir şey demez”lere kadar devam eder. Niyet ne olursa olsun, izinsiz atılan her adım güvenin toprağında ince ve sarsıcı çatlaklar açar. O çatlaklar bazen onarılır, bazen de temelden sarsılır. Sevgi, sahiplenmek değildir.Aksine sevgi, alan bırakabilmektir.Çünkü gerçekten sevdiğimizde, karşımızdakinin kendi akışında salınmasına izin veririz. Güven, sınırlarımıza duyulan saygının sessiz tanığıdır.Kimse alkışlamaz, kimse gözle göremez.Ama orada olduğunu biliriz.Sözlerimizde, suskunluklarımızda, birbirimize ayırdığımız alanlarda...Ve güven onu hissetmekten çok yaşama hâlidir.Eylemlerimizle bunu somutlaştırır; güçlendiririz. İlişkileri koruyan en değerli şey, sevgiyi baki kılan görünmez çitlerdir.Saygıyı, sevgiyi, güveni köklendiren mesafeli samimiyettir.İzinsiz bir kapıdan girmek samimiyet değil, sevgiyi baltalayan bir girişimdir.Güven dediğimiz de bu sınırların gölgesinde büyür; ihlal edilmedikçe de kökleri en derine iner.Kökleri derinde olan sevgi, fırtınalara bile direnir.Ve işte o zaman, güven yalnızca korunmaz; geleceğe de taşınır…
Her şey gözümüzün önünde gerçekleşiyor.
Acı çeke çeke çürüyor, yozlaşıyor ve kuruyoruz.
Bu öyle bir çürüme ki ne sesi var ne de kokusu!
Geçtiğimiz hafta hastalandım. Atlatabileceğimi düşündüğüm bir geçişti. Bağışıklığım kuvvetli olduğu için kısa süreceğini düşündüm ancak öyle olmadı.
Günler ilerledikçe vücut direncim azaldı. Sesim kısıldı, nefes almam zorlaştı. Bazı ilaçların yan etkilerine maruz kaldığım için tuzlu gargarayla sürecin etkilerini hafifletmeye çalıştım. Limonlu, ballı ılık su yanı başımdan ayrılmayan içeceğim oldu.
Sabırla geçen günlerin sonunda bir akşam acilin yolunu tutmak zorunda kaldım.
Dünya, her geçen gün çeşitli şekillerde değişiyor.
Kimine göre zaman kötü kimine göre insanlık.
Hangisi doğrudur, bilinmez ama şu bir gerçek; savaşlar, yoksulluk, kalabalığın sessizliği, güçlünün güçlüyü ezmesi ve sistemin hızla çürümesi…
İzlediğim filmler üzerine bir şeyler yazmaktan keyif alıyorum.
Siyaset, ekonomi ve asayiş trafiğinin içinde nefes alabilecek bir dünya oluyor benim için.
Hatırı sayılır bir okur kitlesi oluyor böylesi yazıların ama benim için pek bir önemi yok.
Bilindiği üzere Fransa, yakın zamanda çocukların sağlığını önceleyen bir adım daha attı ve ülke genelinde birçok plajda, parkta ve kafelerin açık alanlarında sigara içmek yasaklandı.
Sağlık Bakanı Catherine Vautrin, “Sigara içme özgürlüğü çocukların temiz hava soluma hakkının başladığı yerde biter” dedi ve tütünsüz bir nesil için kolları sıvadı.
Yapılan bir ankete göre Fransızların yüzde 62’si de bu yasağı destekliyor.
Bazı günler ve sabahlar her şey alabildiğine sessizdir.
Saatin alarmı çalmaz, dışarıda korna sesleri yoktur, yalnızca pencerenin kenarına vuran ağaçların rüzgârda kıpraşan görüntüsü ve mutfaktan diğer odalara yayılan çay kokusu…
O anlarda bilirsiniz ki varlığınızın dört bir yanı huzurla kaplıdır.
Her gün elimize telefonlarımızı alıyor ve ‘mükemmel’ görünen yaşamlara şahitlik ediyoruz. Her zaman mutlu, pozitif, kusursuz görünen insanlara filtreler, pürüzsüz ciltler eşlik ediyor.
Sosyal medya bir paylaşım platformu değil; kendi benliğimizi yeniden kurguladığımız sahne haline geldi.
Ve bu sahnede en büyük amaç, ‘influencer’ olmak.
Geçen gün, uzun süredir açmadığım bir kutuya uzandım.
İçinden eski notlar, antik kent giriş biletleri, kopmuş bir kolye, kuru bir çiçek ve bazı fotoğraflar çıktı.
Hepsi bana bir dönemi, bir hissi, bir insanı hatırlattı.
Hafta sonuna girerken üzerine düşündüğüm soru bu oldu. Hem umut hem de içsel bir dönüşüm arzusunu yansıtan bu soruya, felsefe ve filozoflar farklı açılardan bakıyor. Cevaba gelecek olursak evet, başlayabiliriz ama nasıl? Stoacılar her an yeniden başlamanın mümkün olduğunu ifade ediyor ve geçmişin kişinin üzerinde bir zorunluluk oluşturmadığını belirtiyor. Yargıları ve eylemleri yönetebildiğimiz sürece, hayatın hangi aşamasında olursak olalım erdemli bir yaşam için yönümüzü yeniden çizebiliriz. Marcus Aurelius, “Her gün yeni bir yaşam için ilk gündür” derken eylemlerimiz ve seçimlerimiz hakkında atacağımız adımlara fener tutuyor. Dünün benzer adımlarıyla bugünü şekillendirmemiz olası değil. Dış koşulları değil, iç tavrımızı değiştirerek rotamızı oluşturabiliriz. Ve belki biraz da filozofların fikirsel desteğini alarak. “İnsan, kendi yaptığı şeydir” cümlesi de ne kadar çok şey ifade etmekte. Seçimlerimizle kim olduğumuzu yaratmıyor muyuz? Bu yüzden dün kim olduğumuza bakıp enerji harcamaktansa, seçimlerimizle her an kendimizi yeniden tanımlayabilme gayreti içinde olabiliriz. Şüphesiz özgürlüğün olduğu yerde bir parça kaygı da var. Çünkü sorumluluk tamamen omuzlarımızdadır; bize aittir. Kolay olmadığını bilmek gerek. Zaten kimse kolay olacağını iddia edemez ancak baştan başlamak bir zayıflık değil, kişinin kendini yeniden yaratmasıyla ilgilidir. İşte, burada Alman filolog, filozof ve kültür eleştirmeni Nietzsche’den şu sözleri duymaya ihtiyacımız olduğu kanısındayım, “İnsan aşılması gereken bir varlıktır. Onu aşmak için ne yaptınız?” Yeniyi oluşturabilmek için eskiyi yıkmak ve hatta yok etmek gerekebilir. Belki de bu yüzden “İnsan, aşılması gereken bir varlıktır” demiş Nietzsche. Doğu felsefesine yüzümüzü döndüğümüzde ise daha yumuşak bir geçiş görürüz. Doğu felsefesinde bir şeylere baştan başlamak keskin ifadelerden çok farkındalıkla dönüşüm içermektedir. Yani yazıyı silip en baştan yazmak değil de dönüşerek devam eden bir sürece işaret eder. Fark ederek, şimdiye odaklanarak ve öz benlikle bağlantıda kalarak ilerleyen bir yoldur. Buddha, “Her gün yeniden doğarız. Bugün ne yapacağımız önemlidir” sözüyle seçimlerimizin gücüne dikkat çeker. Yine Zen felsefesi bir şeylere başlamadan önce zihni boşaltmanın önemini belirtir. Kendimizi tek bir hikâyeye sabitlemeden yaşamak ve her anı ilk kez yaşıyormuş gibi yaklaşarak değişimi ve dönüşümü başlatabiliriz. Taoizm ise yolun; kalıpları zorla yıkarak değil, sükunetle eriyip gitmesine izin vererek inşa edilebileceğini söyler. Her felsefe ve filozof farklı kapılar açıyor gibi görünse de temelde hepsi yeniden başlamanın mümkün olduğunu söyler bize. Bazen bu söylemler birer fısıltı gibi gelir kulağımıza ancak o sesi duymakta zorlandığımız her anda son bir şeye daha kulak vermemiz gerekir; kalbimizin sesi. Romantik gibi görünse de çoğu kez harekete geçmemizi sağlayan o sestir. Bize yolu ve ışığın nereden geldiğini gösterir. Ne geçmişle savaşarak ne de yeni bir kimlik icat ederek ‘yeni’ bir ben’e ulaşabiliriz. Baştan başlamak zaten olduğumuz şeye uyanarak açığa çıkar. Yanılgılardan, kalıplardan, kişiliğe döşenmiş kodlardan arınarak… Baştan başlamak, hayata yeni bir yön verme cesareti içeriyorsa bize düşen de bu cesareti eyleme geçirmek için adım atmak oluyor. Sadece bir karar değil, irade eylemi de içeren bu yaklaşım aynı zamanda içimizden çıkardığımız eski coğrafyanın yeni bir keşfidir. Bu keşif, kaçarak değil yaratarak ve kendini her an aşarak mümkün kılınabilir…
Kendini tanımak, sorumluluk almak, bağ kurmak, zorluklarla baş etmek, kendi değerlerini keşfetmek ve onlara göre yaşamak, toplumsal kalıplardan ve yargılardan sıyrılarak bilinçli tercihler yapmak…
Psikolojik olarak büyüme fiziksel büyümeden farklıdır.
Çok katmanlı olmasının yanı sıra yönü kesin çizgilerle belirlenmiş bir süreç değildir.
Yeni Zelandalı yazar Janet Frame’in otobiyografisinin bir şiir gibi işlendiği filmini izledim.
Üçleme şeklinde çekilen film; 1990 yapımı biyografik drama olarak seyircinin karşısına çıkıyor.
İçine kapanık olan karakter toplumdan izole yaşarken; onun dramatik yaşam hikâyesinin içinde yer alan şiir ve edebiyata coşkuyla kapılıyorsunuz.
Paul Virilio, “Hız felaketin ritmidir” der. Ve yine Alman sosyolog ve filozof Hartmut Rosa, modern insanın hızlandıkça kontrolünü kaybettiğini söylemektedir. Her şeyin giderek daha da hızlandığı çağımızda yüzeyde kalabilmek zorlaştı. Performans ve aktiflik toplumuna dönüştüğümüz gerçeğiyle yüz yüzeyiz. Yavaşlayamama, hiperaktivite ve derinleşememe sorunlarıyla boğuşuyoruz. Öyle ki bunun için birçok insan destek alıyor, eğitimlere katılıyor. Kendiyle kalamayan insan önce zihninde daldan dala atlıyor, sonra da fiziken devam eden yorucu bir hareketliliğin içine düşüyor. İletişim hızlandı. İlişkilerin acelesi var. Kitaplar üstün körü okunup kenara atılıyor. Bir film biter bitmez, yenisinin arayışına giriliyor. Yemekler aceleyle yeniyor, Demlenmek ise hep sonraya bırakılıyor. Nedir bu demlenmek peki? Hız çağı her şeyi hızlandırdı ancak sindirime çare olamadı. Öyle ki bünyemize kattığımız, tıka basa aralıksız doldurduğumuz her şey bir sindirim sorunu ortaya çıkardı. Zihni bir alışveriş sepeti gibi düşünecek olursak, raftan gelişi güzel aldığımız ve düşünmeden içine attığımız şeyler bir yerden sonra ağırlık yapmaya başlayacak. Neyi, neden aldığımız üstüne kafa yormadan yani akıl süzgecinden geçirmeden doldurduğumuz o sepet, bir yerden sonra sadece yükümüzü artıracak. Hızlıca okunan bir kitap kenara koyuluyor. Bu kitap ne anlattı? Ben ne anladım? Yazar ne demek istedi? gibi soruların cevabını vermeden eller raftan yeni bir esere uzanıyor. Niceliksel olarak bir artış söz konusuyken, nitele dair aynı şeyi söylemek pek mümkün olmuyor. Kısacık zaman dilimlerinde koca bir kenti gezmek, Tüm caddelerinden geçmemiş fakat geçtiğini sanma gafletine düşmek gibi. İzlediklerimiz, okuduklarımız, konuştuklarımız üzerine tefekkür etme fırsatı vermeden, oyunun bir sonraki bölümüne aceleyle geçmeye çalışıyoruz. Bu kadar acele ne işleri yetiştirmeye yarıyor ne de yaşamaya zaman bırakıyor. Aksine, her gün kontrolünü kaybeden insan sayısı artıyor. Daha yavaş yemek ve yemeğin tadını alabilmeyi öğrenmek için kamplara katılan insanlar var. Çocukluğumuzdan beri her gün yaptığımız yeme işlemi gerçekten zor mu? Evet, zor. Ancak zor olan yeme ve diğer eylemler değil. Hızın içinde giderek kayboluyor oluşumuz. Yavaşlamayı yeniden tanımlayıp öğrenmeye ve adım adım uygulamaya, Tüm bu yavaşlığın içinde demlenip anlamaya; çayın yapraklarının tadını suya yavaş yavaş vermesi gibi bizim de derinleşmeye ihtiyacımız var. Sindirme denilen bu süreci atlıyoruz, önemsemiyoruz. Peş peşe çevirdiğimiz her sayfada “sıradaki” demeyi bırakıp sayfa kenarını katlama zamanı gelmiştir belki de. Filozof ve kültür eleştirmeni Byung- Chul Han’ın da dediği gibi, “İnsan yalnızca bir şey yapabilme imkânına sahip olsaydı ve bir şey yapmama imkânı olmasaydı sonu ölümcül bir hiperaktiviteye varırdı.” Yavaşladığınız, derinleştiğiniz bir hafta sonu dilerim…
Cehaletin gözlerine bakanlar bilir ki cehaletle mücadele edilmez.
İsteseniz de yapamazsınız.
Teflon tava gibidir.
Mevsim geçişlerini hissederek yaşamayı seviyorum.
Kış aylarında karı görmek, baharda yağmurları ve yeşerttiği doğayı seyretmek insan ömrünün kaçınılmaz döngüsünü anlatıyor bana.
Yaza adım atarken güneşin sıcaklığı ve damlayan ter zerrecikleri,
Psikiyatr Eric Berne insan ilişkilerinin en üst versiyonunu ‘samimiyet’ olarak tanımlıyor.
Bu kavram benim için de önemli bir yere sahip.
Sağlam köklerin oluşması ve derin bağların kurulmasında oldukça etkili.
Bizi yöneten zihnimizdir.
Mutluluk ya da mutsuzluk fark etmez, kaynağı zihindedir.
Bireysel yaşamlarımızın kontrolünü ele alabilmemiz için zihnimizi çok iyi tanıyor olmamız gerekir.
Bütün bir hafta yazmak için istek duysam da elim klavyeye uzanmadı.
Ülke gündemi dalgalı deniz misali çalkalanmaya devam etti.
Herkes bir şeyler söyleyip yazdı.
Ülkemizde zemin çok kaygan, dengesiz, sağlıksız. Her şey hızla yer değiştiriyor.
Bu değişime sorgusuz sualsiz ayak uyduran bir kitle var.
Geçmişte ak dediklerine bugün kara diyebiliyorlar ve bunun adına da siyaset deniyor.
Lock'un zihin teorisine göre, insan zihni dünyaya geldiğinde boş bir levhaya benzer.
Boş levha olarak bildiğimiz ve Latince bir kavram olan 'Tabula Rasa' teorisi, insan zihninin doğuştan boş olduğunu ve deneyimlerle bilginin kazanıldığını söyler.
Yani insan, doğduğu günden öleceği ana dek çeşitli tecrübeler silsilesinden geçer.
Öldüğünde geride çeşitli eserler bırakan Necati Cumalı, şüphesiz sinemaya da zengin bir kaynak sağladı.
Tütün Zamanı, Susuz Yaz, Boş Beşik, Dilâ Hanım, Mine, Dul Bir Kadın ve Uzun Bir Gece Necati Cumalı’nın sinemaya uyarlanan eserlerinden birkaçı.
Kadının toplumsal yaşamdaki yerini irdeleyen yönetmen Atıf Yılmaz’ın, 1980 sonrasında çekmeye başladığı kadın odaklı filmlere de kaynaklık eden Cumalı’nın eserleri o dönemin Türkiye’si için oldukça farklıdır.