Esra Aydın

Esra Aydın

Bir ağacın gözünden

Bazen insan, büyük değişimler yerine, yalnızca bir ağacın kökünde durmayı ister.

Çünkü bilir ki, orada dünyanın hızından uzak, yaşamın gerçek ritmini hatırlatan bir gerçeklik vardır.

Sabahın erken saatlerinde sessizliği arayarak ormana doğru yürüdüm.

Yazının Devamı

Etik dışı bir kurtarma hikâyesi

Birkaç gündür medyada geniş yer bulan, 23 yaşındaki genç Barış’ın evinden zorla çıkarılması haberini büyük ihtimalle siz de görmüşsünüzdür.Ben de sosyal medya üzerinden bu görüntülere maruz kaldım.Ardından hepimiz, Barış’ın berbere ve hamama götürüldüğüne tanıklık ettik.Öyle bir çıkarılıştı ki bu, birçok kişi neden kucakta götürüldüğünü sorguladı.Tüm süreç, baştan sona Barış’ı ve onun en savunmasız anlarını izleyenlere sundu.Bu sahneleri izlerken içimde biriken rahatsızlık hissini tarif etmeye çalışmayacağım; çünkü bazı şeyler yalnızca hissedilir ve orada kalır.Ama bu yazı, tam da orada kalan o hissin sesi olsun istiyorum. * Bu olay, dışarıdan bakıldığında bir ‘kurtarma hikâyesi’ gibi sunulsa da aslında yaşanan şey, insanın en temel haklarının, kırılganlıklarının ve mahremiyetinin pervasızca hiçe sayılmasıdır.Barış’ın evinden zorla çıkarılması, sadece fiziksel bir müdahale değil; onun iradesine ve onuruna yapılmış bir müdahaledir.Bir insan ruhsal bir çöküş içindeyse, bu çöküş; tıraş edilmekle, hamama götürülmekle, görüntü verilerek temizlenebilecek bir şey değildir.Bu yaklaşım, ruhsal sorunları estetik bir soruna indirgeyerek insanın içindeki karmaşayı, sadece dış yüzeyini düzeltmeye çalışarak yok sayar. * Oysa Barış’ın yaşadığı ruhsal halin ne kadar derin olduğunu kimse tam olarak bilemez.Belki de dış dünyayla bağını kopararak kendini korumaya çalışıyordu.Belki bu geri çekilme, onun bir tür savunmasıydı; kendilik duygusunu korumaya çalışan son içsel hamlesiydi.Bu yüzden, böylesi hassas ve kişisel bir duruma yaklaşırken önce saygı, sonra da sabır gerekir.Ama ne yazık ki gördüğümüz şey, saygıdan çok teşhir ve sabırdan çok gösteri arzusu oldu.Yetkililerin Barış’ı evinden çıkarırken sergilediği tavır ve sürecin kameralara adım adım yansıtılması, insanın sadece bedeniyle değil, ruhuyla da kamuoyuna ifşa edilmesidir. * Bunun adı acı pornografisidir.İzleyenin kendini iyi hissetmesi, yardımsever veya ‘duyarlı’ sayması için bir başkasının acısının sergilenmesidir.Görüntülerde yer alan her detay — kucakta taşıma, kameraya yansıyan yıkanma sahnesi, tıraşın grotesk bir biçimde sunulması — dramatik ve rahatsız edici bir ‘hikâye’ kurgusunun parçası haline getirildi.Ancak burada bir hikâye yoktu.Burada bir insan vardı.Ve biz onu değil, onun üzerinden üretilen gösteriyi izledik. *İnsan olmak, sadece normlara uymak değil aynı zamanda acı çeken, bazen susan, bazen kaçan, kırılan ve yeniden toparlanmaya çalışan bir varoluş biçimidir.Ve bu varoluş, hamam sahnesiyle temize çekilecek kadar basit değildir.Barış’ın eve kapanması, belki de bir kırılmanın, belki de bir reddedişin dışavurumuydu.Toplumun ‘deliler hapishanesi’ dediği sınırların dışında kalmayı tercih etmiş olabilir.Belki de herkesin delilik dediği şeyin ortasında, elinde kalan son şeyi — kendi olabilmeyi — tutuyordu.Bunu bilemeyiz.Ancak bilmediğimiz bir şeyi böylesine hoyratça açığa çıkarmaya hakkımız da yoktu. * Oysa bu hikâyede olan şuydu:Bir birey, kendi kırılganlıklarıyla var olmaya çalışırken, devlet eliyle, kameralar eşliğinde, rızası dışında toplumun gözü önüne serildi.Bu gösteri ne bir yardım eylemiydi ne de şefkat içeriyordu.Görüntüler aktı, haberler tıklandı, yorumlar yapıldı.Vicdanlar da sözde bir görevi yerine getirmişçesine rahatladı.Artık bir sonraki hikâyeye geçebiliriz.Ama şunu unutmadan:Barış hâlâ orada.Görüntüler ise arşivde, haber yığınlarının arasında, her an karşısına çıkmak ve ona kendi hikâyesini yeniden hatırlatmak üzere yerini aldı

Yazının Devamı

Akıntıya Karşı: Bireycilik ve Kolektivizm

Yakın zamanda Ayn Rand’ın Hayatın Kaynağı adlı romanını okudum.Romanın merkezinde yer alan mimar Howard Roark, kendi değer yargılarını toplumun beklentilerine feda etmeyen ve ahlaki bağımsızlığını koruyan bir figür olarak karşımıza çıkıyor. Roark’ın kararları, bireyin dışsal baskılar karşısında kendi özüne sadık kalma mücadelesini temsil ediyor.Onun üzerinden anlatılanlar sadece bir karakter portresi değil, aynı zamanda modern bireyin de en temel sınavı. * Benim için bir roman demek aslında biraz eksik kalıyor çünkü kitap daha çok felsefi bir manifesto gibi ilerliyor.Metin sayfalar ilerledikçe sadece karakterlerin çatışmalarını değil, insanın kendi içindeki en temel çatışmayı da gözler önüne seriyor.Kendi aklınla mı düşüneceksin, yoksa başkalarının gözünden mi bakacaksın dünyaya? * Bu soru bana fazlasıyla tanıdık geldi.Özellikle içinde bulunduğumuz sosyal medya çağında, düşünmenin yerini ‘görünür olmanın’, yaratmanın yerini ‘beğenilmenin’ aldığı bir sanrı kültüründe yaşıyoruz.Her şeyin hızla tükendiği, fikirlerin ise derinlikten çok kimin tarafından söylendiğine göre değerlendirildiği bir dönemde, Rand’ın birey vurgusu sadece felsefi değil, güçlendiren bir etki de yaratıyor. * Ayn Rand’ın romanında ortaya koyduğu temel tez; düşünen, yaratan, yargılayan ve değer üreten bireyin modern toplum tarafından sistematik biçimde bastırıldığı gerçeği.Bu bastırmanın temel aracı ise Rand’a göre kolektivist ahlak anlayışı.Rand, bireyin değerini dışsal bir otoriteye yani topluma, başkalarının yargılarına, geleneklere ya da popüler kanaatlere bağımlı kılan her türlü düşünsel sistemi reddediyor.Ona göre insanın değeri, bireyin kendi aklı, üretimi ve bilinciyle varlık gösterebilmesiyle ölçülür ki aşağıdaki cümlesinde bunu açıkça ifade eder:“İnsanın değeri kendinden gelir, başkaları için neler yapıp neler yapmadığından değil.” * Rand insan aklını, gerçekliğe ulaşmanın tek aracı olarak görüyor.Ona göre gerçekler uzlaşmayla değil, bireysel aklın bağımsız işleyişiyle kavranabilir.Dolayısıyla da kolektivist sistemlerin talep ettiği ‘birlikte düşünmek’, ‘birlikte hissetmek’, ‘birlikte hareket etmek’ algısı gerçek bilgiye ulaşmada temel bir yanılgı üretir.Çünkü bilgi, kolektif değil bireyseldir.His, kolektif değil kişiseldir.Eylem ise kolektif değil yine bireysel sorumluluğa dayanmalıdır.* “Bağımsız yargılarını askıya aldın mı, bilincini askıya almışsın demektir. Bilinci durdurmak, hayatı durdurmaktır.”Bu söz, bireyin zihinsel bağımsızlığını yitirdiğinde yaşamla olan bağını da kaybettiğini gösteriyor.Rand’ın bu eleştirileri günümüzde kültürel ve dijital yapılara da yöneltilmiş gibi okunabilir.Özellikle sosyal medya algoritmalarıyla şekillenen davranış kalıplarında, romanında tanımladığı ’ikinci elcilik’ yeniden karşımıza çıkıyor.Fikirler artık hakikat arayışının değil, dijital etkileşimin birer nesnesi haline dönüşüyor.Görünmek, olmak’ın yerini alıyor ve Rand bunu şöyle ifade ediyor:“Yargılamak için değil, yapıyormuş izlenimi vermek için. Yaratmak için değil, göstermek.” * Bağımsız düşünen bireyin dijital çağdaki karşılığı çoğu zaman ‘uyumsuz’ olmak.Fikir üretmekten çok, kimin tarafında olduğun önemli diyebiliriz ki bu da bir tür dijital kolektivizm biçimi.Ayn Rand çözüm olarak ‘bağımsız birey’i sunuyor.Kendi aklıyla düşünen, kendi vicdanıyla yargılayan ve kendi emeğiyle üreten bağımsız birey…Bu birey esasen toplumdan kopuk değil, tam tersi topluma gerçekten katkı sunan tek figür olarak karşımıza çıkıyor.Ve karakter üzerinden şunları söylüyor:“Bir insanın diğer bir insana yapabileceği tek iyi şey, o kişiyle doğru dürüst bir ilişki kurabilmesi için tek yol... Elini çekmektir!”Yani bu el çekiş, bireyi şekillendirmeye çalışmamak ve kişinin kendisi olabilmesi için ona alan açmanın ta kendisidir. * Kısa bir yazıyla kitap ve karakter analizi yapmam pek olası değil ancak zihinsel ve ahlaki bağımsızlığın bir yaşamı nasıl dönüştüreceği üstüne merakınız varsa Hayatın Kaynağı, bir roman olmanın oldukça ötesinde.Aynı zamanda, kendi düşünce yapınızı da gözden geçirmek için bir fırsat diyebilirim.Ve günümüz dünyasında birçoğumuz sıklıkla sesimizi ve yönümüzü kaybedebiliyoruz.Böyle anlarda kendimizden ve her şeyden birkaç adım geri çekilerek durmak gerekiyor.Bu durma hali, gerçek yaratıcılığın ve hakikatin ortaya çıkması için bir parça da yalnızlık içeriyor. Yalnızlığınla iyi seyirler…

Yazının Devamı

Yaşamak gibi

Eylül ayı boyunca, tabiri caizse “yattığım yerden okuduğum” birkaç kitap oldu.Her biri şezlongda başlayıp, uyumadan önce ya da sabah uyanınca 15 dakikalığına hemhal olduğum eserlerdi.Kendimce sessiz bir karar alıp, hepsi birbirinden güzel bu kitapları benzer şekillerde başlayıp bitirdim. Melisa Kesmez’in Nohut Oda’sı, Çiçeklenmeler’i ve Bazen Bahar’ı beni evden eve, kadından kadına gezdirdi.Her bir kitabında birbirinden farklı kadınlarla ve onların yaşamlarıyla tanıştım.Dünyalarına konuk oldum; tedirginlikleri, duraksamaları, aşkları, ölümleri ve doğumlarıyla başka başka hayatlar yaşadım.Kesmez’in karakterleri, yanından geçtiğimiz ve belki göz göze geldiğimiz ama hikâyelerini merak etmediğimiz insanları anımsattı.Kimisi geçmişiyle yüzleşme cesareti göstermeye çalışırken, kimisi kırılganlığın içinden yeni bir dal bularak çiçeklenmeye çalışıyordu.Yeniden başlamanın cesareti ya da başlayamamanın korkaklığı arasında gidip gelen kadınların en sonunda kendi yollarını bulma hikâyeleriydi bunlar.Yer yer iç burkan ancak bir şekilde yeşermeyi, yeniden sürgün vermeyi bilen kadınların... * Aylin Balbao’nun Bu Hikâye Senden Uzun Osman adlı eserini okurken ise yer yer içimi hüzün kapladı.Osman’a seslenişleri ve Osman’dan vazgeçip yeniden dönüşleri...Anlatılanlar Osman’dan fazlasıydı, şüphesiz.Kırılganlık, bağlılık, alışkanlık, yalnızlık ve evrende yerini bulamayışın yılgınlığı...İnsanın yüzüne çarpan cümleleri, aynı zamanda mizaha çevirme hali.Bazı satırlarda “Bunu nasıl ifade edebilmiş?” şaşkınlığı yaşadım.Hayal dünyasından fırlayıp gelenlerin somutluk kazandığı ve yeniden kelimeler evreninde yok olup gittiği; çizimleriyle gözümü ileri bir noktaya dikmeme vesile olan kitap, yaşam ya da bakışın ta kendisiydi. * Ve sonra Yu Hua’nın Yaşamak’ı...İnsanın en temel halleriyle karşılaşmasının bir versiyonu, yansıtıcısı, aynası.Her şeye sahip olan bir karakterin bir anda hiçe dönüşünün en sert fotoğrafı diyebilirim.Gittikçe küçülen, küçüldükçe daha da derinleşen bir adamın hikâyesi...İçindeki her bir karakterin yaşama karşı ikilemsiz duruşu insanı etkileyen noktalardandı.Bir yerlerde “her şey düzelecek” beklentisine giren okurun beklentisinin karşılanmayışı ve içe çöken o ağır tortunun hissettirdikleri pek kolay hazmedilecek türden değil.Hayatın yükünü sessizce sırtlanan, sırtlandıklarını taşırken “ah!” demeyen Fugui ve ailesinin öyküsü... * Benim için bu okumalar, üç farklı yazarın beş ayrı kitabının yaşama, yaşamaya ve insana tuttuğu ışıktı.Sahi, yaşamak ne demek?Bir ömür nasıl geçiyor?Elde kalanlarla ne yapıyor insan denilen varlık?Farklı gibi görünse de aynı kapıya çıkan benzer sorular en nihayetinde.Yaşıyor, seviyor, kaybediyor, büyüyor, direniyor, mücadele ediyor ve ölüyoruz.Birinin ya da birilerinin gölgesinde geçiyor kimi hikâyeler.Bazen küçük bir odada, bazen de bir savaşın en ortasında.İnsan her bir yolculukta değişiyor, kabuğunu atıyor. * Okur olarak her bir hikâyeden ve yaşamdan geçerken belki de fark etmemiz gereken tek şey, hepsinin bize ait olduğu.Herkesin bir hikâyesi var ve bu hikâyeler çoğu zaman kendi seslerini tam olarak bulamıyor.Ancak onları dinlemeye başladığımızda, aslında ne kadar benzer ve içten olduğunu fark ediyoruz.Kadınlar, erkekler, köylüler ve Osmanlar...En nihayetinde hikâyelerin ucunda kim olduğumuz değil, neye dönüştüğümüz saklı.Ve öyle anlar geliyor ki, başkalarının hikâyelerinde kendimizi buluyor ve gözümüzün en içine bakma cesaretini gösteriyoruz. Hikâyelerle kal…

Yazının Devamı

Yaşamaya sürgün müyüz?

Rutinlerin önemli olduğunu bilecek yaştayım.

Birçoğunu isteyerek kurdum; iyi de geldi.

Ama bazı günler, en çok iyi gelen şeyler bile bunaltıcı olabiliyor.

Yazının Devamı

Bir toplumun aynası

Bir toplumun gelişmişlik düzeyi yalnızca ekonomik göstergeler ya da betonarme yapılarla ölçülemez.Buna inanan varsa eğer büyük yanılgı içinde.Gerçek ilerleme; düşünen, sorgulayan, anlayan ve ifade edebilen bireylerden oluşan bir toplulukla mümkün olabilir.İşte bu noktada kültür ve sanat hem bireyin hem de toplumun ruhunu yoğuran en derin etkenlerden biri olarak karşımıza çıkıyor. * Okumak, gezmek, dinlemek, görmek, anlamak…Bunlar yalnızca bireysel eylemler değil; aynı zamanda toplumsal bilinçlenmenin de temel taşlarıdır.Her kitap yeni bir pencere açarken hayata, her yeni şehir ve farklı kültür insana bir başka bakış açısı kazandırır.Sanat ise, tüm bu deneyimlerin içselleştirilip yeniden ifadesidir.Bir tablo, şiir, film ya da bir tiyatro oyunu bu ifade biçimlerinden birkaçıdır. * Bir toplumun çöküşü; farklı düşüncelerin susturulduğu, tek bir doğrunun dayatıldığı, sorgulamanın ‘tehlikeli’ sayıldığı dönemlerde başlar.Ne zaman aynılaşmaya yüz tutarız o zaman tekrara düşeriz.Okumak, izlemek, görmek yalnızca bilgi edinmek değil; empati kurmak, başka hayatları anlamak ve farklılıkların değerini bilmek demektir.Ve bu tüm toplumların ihtiyacı olan şeydir.Farklılıkları rahatsız olmadan kabul etmek, desenlerin çeşitliliğinde büyük bir zenginliğin barındığını bilmektir. * Bugün birçok toplumun yaşadığı en büyük kriz, tek tipleşme.Tüm sokakların aynılaştığı, insanların aynı markaları giydiği, aynı düşünce kalıplarına sıkıştığı ve benzer içeriklerin tekrar tekrar tüketildiği bir dünyada, ruh boğulmaya mahkûm değil de nedir?Oysa kültür, çeşitliliktir.Sanat, bireyselliğin sesidir.Bunlar birleştiğinde vizyon oluşur.Vizyon sahibi olmak, yalnızca ileriye bakmak değil, aynı zamanda geçmişi anlamak, kültürel mirası sahiplenmek ve bugünle bağ kurmaktır.Sanat, geçmişle gelecek arasında köprü kurar, şimdiyi ise anlaşılır kılar.Mimari eserlerden halk müziğine, klasik edebiyattan çağdaş resme kadar her alan, bir toplumu hem tarihsel hem de duygusal olarak besler, güçlendirir ve büyütür. * Müzeleri boş, tiyatroları sessiz, kitapçılarından ziyade AVM’leri dolup taşan bir toplum, gelişiyor gibi görünse de aslında içten içe fakirleşmektedir.Kültürsüzlük, bir ülkenin geleceğini sessizce kemiren bir hastalıktır.Bu yüzden kültür ve sanat, ‘ekstra’ değil, temel bir ihtiyaçtır.Toplumların kalkınması, bireyin derinleşmesiyle başlar.Ancak derinleşen birey farklılıkları anlar, kendini ifade eder.Ve en önemlisi, sadece kendi için değil, yaşadığı toplum için de düşünür, üretir, paylaşır. * İşte bu yüzden kültür ve sanat; yalnızca estetik bir uğraş değil, bir toplumun geleceğini belirleyen temel yapıtaşlarıdır.Bireyi ve doğal olarak toplumları insanlaştıran, incelten de tam olarak bu taşlardır.Medeniyet ise ancak bu temel üzerinde yükselebilir…

Yazının Devamı

Ritmi değiştirmenin zamanı

Sıcak bir yazın ardından eylülün biraz da olsa serinletici havasıyla buluştuk.

Güneş altında geçen uzun günler, geç yenen akşam yemekleri, tatil yolları, deniz kenarında geçirilen vakitler, uzun sohbetler…

Hepsi birer anıya dönüşmeye başladı bile.

Yazının Devamı

Gürültünün Anatomisi

Sessizliği arzularız ama her kulak o lükse sahip değildir.

Gürültü bir ses değildir sadece.

Bazen görünmeyen bir ağırlık, bazen ise kulaktan önce zihni delen bir yorgunluk.

Yazının Devamı

Kendime ait düşünceler

Siyaseti, birileriyle konuşmaktan çok tartışmak sandığım dönemlerim oldu. Kendi inandıklarımı daha doğru kabul ettiğim, okuduklarımın mutlaka okunması gerektiğini düşündüğüm, sadece fikirlerimi destekleyen yayınların peşinden gittiğim yıllar geçirdim.

Ateşli diyaloglar, öfkeyle söylenmiş cümlelerle doluydu.

‘Onlar’ ve ‘biz’ ayrımı keskinleştikçe, kim olduğumdan çok, neye inandığım öne çıkıyordu. Oysa bugün fark ediyorum ki, bana ait sandığım onca fikir, aslında başkalarından ödünç alınmıştı.

Yazının Devamı

Güvenin sessiz tanığı

Her ilişkinin kendine has bir oluşumu vardır.İçinde sevgi, sabır ve bazen de kırılganlık barındırır.Bunların hepsini çevreleyen bir çit yoksa eğer, en özen gösterdiğimiz bitkiler, çiçekler bile gün gelir zarar görür. Peki nedir bu çit?Güvendir. İnsan, kendi alanına ihtiyaç duyar.Bu alan, yalnızca kişinin kendisine ait olan, başkalarının ise izinsiz girmemesi gereken bir mekândır.Bir günlüğün sayfaları olabilir bu, bazıları için de dost sohbetindeki sırdır.Kimisi için de kendi kendine kalma halidir dışarıdan dürtülmeden.Bu alanlara dokunulmadığında büyür ve genişler; dokunulduğunda ise büyümüz bozulur. Bir ilişkide sınırlar, ‘ben’ ile ‘biz’ arasındaki görünmez çizgilerden oluşur.O çizgiler, sevgiyi, samimiyeti engellemek için değil, aksine onu korumak ve büyütmek için vardır.Sınırları çizilmemiş bir ilişki müdahaleye açıktır, suların yatağından taşmasına neden olur.Kendi akışımızı ve yönümüzü tayin edebilmemiz için bu sınırlara ihtiyaç duyarız. Sınır ihlali her zaman patırtılı ve gürültülü olmaz.Çoğu kez nezaket kisvesi altında sinsice yapılır. “Sadece merak ettim” diye başlayan cümleler, “senin iyiliğin için” diye daha da meşrulaştırılır.İlerleyen ihlal, “beni seviyor, bana bir şey demez”lere kadar devam eder. Niyet ne olursa olsun, izinsiz atılan her adım güvenin toprağında ince ve sarsıcı çatlaklar açar. O çatlaklar bazen onarılır, bazen de temelden sarsılır. Sevgi, sahiplenmek değildir.Aksine sevgi, alan bırakabilmektir.Çünkü gerçekten sevdiğimizde, karşımızdakinin kendi akışında salınmasına izin veririz. Güven, sınırlarımıza duyulan saygının sessiz tanığıdır.Kimse alkışlamaz, kimse gözle göremez.Ama orada olduğunu biliriz.Sözlerimizde, suskunluklarımızda, birbirimize ayırdığımız alanlarda...Ve güven onu hissetmekten çok yaşama hâlidir.Eylemlerimizle bunu somutlaştırır; güçlendiririz. İlişkileri koruyan en değerli şey, sevgiyi baki kılan görünmez çitlerdir.Saygıyı, sevgiyi, güveni köklendiren mesafeli samimiyettir.İzinsiz bir kapıdan girmek samimiyet değil, sevgiyi baltalayan bir girişimdir.Güven dediğimiz de bu sınırların gölgesinde büyür; ihlal edilmedikçe de kökleri en derine iner.Kökleri derinde olan sevgi, fırtınalara bile direnir.Ve işte o zaman, güven yalnızca korunmaz; geleceğe de taşınır…

Yazının Devamı

Çürümenin kıyısında

Her şey gözümüzün önünde gerçekleşiyor.

Acı çeke çeke çürüyor, yozlaşıyor ve kuruyoruz.

Bu öyle bir çürüme ki ne sesi var ne de kokusu!

Yazının Devamı

En büyük zenginlik

Geçtiğimiz hafta hastalandım. Atlatabileceğimi düşündüğüm bir geçişti. Bağışıklığım kuvvetli olduğu için kısa süreceğini düşündüm ancak öyle olmadı.

Günler ilerledikçe vücut direncim azaldı. Sesim kısıldı, nefes almam zorlaştı. Bazı ilaçların yan etkilerine maruz kaldığım için tuzlu gargarayla sürecin etkilerini hafifletmeye çalıştım. Limonlu, ballı ılık su yanı başımdan ayrılmayan içeceğim oldu.

Sabırla geçen günlerin sonunda bir akşam acilin yolunu tutmak zorunda kaldım.

Yazının Devamı

Bizden alınamayacak tek şey

Dünya, her geçen gün çeşitli şekillerde değişiyor.

Kimine göre zaman kötü kimine göre insanlık.

Hangisi doğrudur, bilinmez ama şu bir gerçek; savaşlar, yoksulluk, kalabalığın sessizliği, güçlünün güçlüyü ezmesi ve sistemin hızla çürümesi…

Yazının Devamı

İncelik ve hoyratlık arasında

İzlediğim filmler üzerine bir şeyler yazmaktan keyif alıyorum.

Siyaset, ekonomi ve asayiş trafiğinin içinde nefes alabilecek bir dünya oluyor benim için.

Hatırı sayılır bir okur kitlesi oluyor böylesi yazıların ama benim için pek bir önemi yok.

Yazının Devamı

Darısı başımıza…

Bilindiği üzere Fransa, yakın zamanda çocukların sağlığını önceleyen bir adım daha attı ve ülke genelinde birçok plajda, parkta ve kafelerin açık alanlarında sigara içmek yasaklandı.

Sağlık Bakanı Catherine Vautrin, “Sigara içme özgürlüğü çocukların temiz hava soluma hakkının başladığı yerde biter” dedi ve tütünsüz bir nesil için kolları sıvadı.

Yapılan bir ankete göre Fransızların yüzde 62’si de bu yasağı destekliyor.

Yazının Devamı

Gösterişsiz Lüks

Bazı günler ve sabahlar her şey alabildiğine sessizdir.

Saatin alarmı çalmaz, dışarıda korna sesleri yoktur, yalnızca pencerenin kenarına vuran ağaçların rüzgârda kıpraşan görüntüsü ve mutfaktan diğer odalara yayılan çay kokusu…

O anlarda bilirsiniz ki varlığınızın dört bir yanı huzurla kaplıdır.

Yazının Devamı

Neden herkes ‘influencer’ olmak istiyor?

Her gün elimize telefonlarımızı alıyor ve ‘mükemmel’ görünen yaşamlara şahitlik ediyoruz. Her zaman mutlu, pozitif, kusursuz görünen insanlara filtreler, pürüzsüz ciltler eşlik ediyor.

Sosyal medya bir paylaşım platformu değil; kendi benliğimizi yeniden kurguladığımız sahne haline geldi.

Ve bu sahnede en büyük amaç, ‘influencer’ olmak.

Yazının Devamı

Çekmecede kalanlar

Geçen gün, uzun süredir açmadığım bir kutuya uzandım.

İçinden eski notlar, antik kent giriş biletleri, kopmuş bir kolye, kuru bir çiçek ve bazı fotoğraflar çıktı.

Hepsi bana bir dönemi, bir hissi, bir insanı hatırlattı.

Yazının Devamı

Baştan başlamak mümkün mü?: “Kendini aşmak”

Hafta sonuna girerken üzerine düşündüğüm soru bu oldu. Hem umut hem de içsel bir dönüşüm arzusunu yansıtan bu soruya, felsefe ve filozoflar farklı açılardan bakıyor. Cevaba gelecek olursak evet, başlayabiliriz ama nasıl? Stoacılar her an yeniden başlamanın mümkün olduğunu ifade ediyor ve geçmişin kişinin üzerinde bir zorunluluk oluşturmadığını belirtiyor. Yargıları ve eylemleri yönetebildiğimiz sürece, hayatın hangi aşamasında olursak olalım erdemli bir yaşam için yönümüzü yeniden çizebiliriz. Marcus Aurelius, “Her gün yeni bir yaşam için ilk gündür” derken eylemlerimiz ve seçimlerimiz hakkında atacağımız adımlara fener tutuyor. Dünün benzer adımlarıyla bugünü şekillendirmemiz olası değil. Dış koşulları değil, iç tavrımızı değiştirerek rotamızı oluşturabiliriz. Ve belki biraz da filozofların fikirsel desteğini alarak. “İnsan, kendi yaptığı şeydir” cümlesi de ne kadar çok şey ifade etmekte. Seçimlerimizle kim olduğumuzu yaratmıyor muyuz? Bu yüzden dün kim olduğumuza bakıp enerji harcamaktansa, seçimlerimizle her an kendimizi yeniden tanımlayabilme gayreti içinde olabiliriz. Şüphesiz özgürlüğün olduğu yerde bir parça kaygı da var. Çünkü sorumluluk tamamen omuzlarımızdadır; bize aittir. Kolay olmadığını bilmek gerek. Zaten kimse kolay olacağını iddia edemez ancak baştan başlamak bir zayıflık değil, kişinin kendini yeniden yaratmasıyla ilgilidir. İşte, burada Alman filolog, filozof ve kültür eleştirmeni Nietzsche’den şu sözleri duymaya ihtiyacımız olduğu kanısındayım, “İnsan aşılması gereken bir varlıktır. Onu aşmak için ne yaptınız?” Yeniyi oluşturabilmek için eskiyi yıkmak ve hatta yok etmek gerekebilir. Belki de bu yüzden “İnsan, aşılması gereken bir varlıktır” demiş Nietzsche. Doğu felsefesine yüzümüzü döndüğümüzde ise daha yumuşak bir geçiş görürüz. Doğu felsefesinde bir şeylere baştan başlamak keskin ifadelerden çok farkındalıkla dönüşüm içermektedir. Yani yazıyı silip en baştan yazmak değil de dönüşerek devam eden bir sürece işaret eder. Fark ederek, şimdiye odaklanarak ve öz benlikle bağlantıda kalarak ilerleyen bir yoldur. Buddha, “Her gün yeniden doğarız. Bugün ne yapacağımız önemlidir” sözüyle seçimlerimizin gücüne dikkat çeker. Yine Zen felsefesi bir şeylere başlamadan önce zihni boşaltmanın önemini belirtir. Kendimizi tek bir hikâyeye sabitlemeden yaşamak ve her anı ilk kez yaşıyormuş gibi yaklaşarak değişimi ve dönüşümü başlatabiliriz. Taoizm ise yolun; kalıpları zorla yıkarak değil, sükunetle eriyip gitmesine izin vererek inşa edilebileceğini söyler. Her felsefe ve filozof farklı kapılar açıyor gibi görünse de temelde hepsi yeniden başlamanın mümkün olduğunu söyler bize. Bazen bu söylemler birer fısıltı gibi gelir kulağımıza ancak o sesi duymakta zorlandığımız her anda son bir şeye daha kulak vermemiz gerekir; kalbimizin sesi. Romantik gibi görünse de çoğu kez harekete geçmemizi sağlayan o sestir. Bize yolu ve ışığın nereden geldiğini gösterir. Ne geçmişle savaşarak ne de yeni bir kimlik icat ederek ‘yeni’ bir ben’e ulaşabiliriz. Baştan başlamak zaten olduğumuz şeye uyanarak açığa çıkar. Yanılgılardan, kalıplardan, kişiliğe döşenmiş kodlardan arınarak… Baştan başlamak, hayata yeni bir yön verme cesareti içeriyorsa bize düşen de bu cesareti eyleme geçirmek için adım atmak oluyor. Sadece bir karar değil, irade eylemi de içeren bu yaklaşım aynı zamanda içimizden çıkardığımız eski coğrafyanın yeni bir keşfidir. Bu keşif, kaçarak değil yaratarak ve kendini her an aşarak mümkün kılınabilir…

Yazının Devamı

Büyümek ama ne tarafa doğru?

Kendini tanımak, sorumluluk almak, bağ kurmak, zorluklarla baş etmek, kendi değerlerini keşfetmek ve onlara göre yaşamak, toplumsal kalıplardan ve yargılardan sıyrılarak bilinçli tercihler yapmak…

Psikolojik olarak büyüme fiziksel büyümeden farklıdır.

Çok katmanlı olmasının yanı sıra yönü kesin çizgilerle belirlenmiş bir süreç değildir.

Yazının Devamı

Masamdaki Melek: Yazmak

Yeni Zelandalı yazar Janet Frame’in otobiyografisinin bir şiir gibi işlendiği filmini izledim.

Üçleme şeklinde çekilen film; 1990 yapımı biyografik drama olarak seyircinin karşısına çıkıyor.

İçine kapanık olan karakter toplumdan izole yaşarken; onun dramatik yaşam hikâyesinin içinde yer alan şiir ve edebiyata coşkuyla kapılıyorsunuz.

Yazının Devamı

Hız çağı: Demlenemeyenler

Paul Virilio, “Hız felaketin ritmidir” der. Ve yine Alman sosyolog ve filozof Hartmut Rosa, modern insanın hızlandıkça kontrolünü kaybettiğini söylemektedir. Her şeyin giderek daha da hızlandığı çağımızda yüzeyde kalabilmek zorlaştı. Performans ve aktiflik toplumuna dönüştüğümüz gerçeğiyle yüz yüzeyiz. Yavaşlayamama, hiperaktivite ve derinleşememe sorunlarıyla boğuşuyoruz. Öyle ki bunun için birçok insan destek alıyor, eğitimlere katılıyor. Kendiyle kalamayan insan önce zihninde daldan dala atlıyor, sonra da fiziken devam eden yorucu bir hareketliliğin içine düşüyor. İletişim hızlandı. İlişkilerin acelesi var. Kitaplar üstün körü okunup kenara atılıyor. Bir film biter bitmez, yenisinin arayışına giriliyor. Yemekler aceleyle yeniyor, Demlenmek ise hep sonraya bırakılıyor. Nedir bu demlenmek peki? Hız çağı her şeyi hızlandırdı ancak sindirime çare olamadı. Öyle ki bünyemize kattığımız, tıka basa aralıksız doldurduğumuz her şey bir sindirim sorunu ortaya çıkardı. Zihni bir alışveriş sepeti gibi düşünecek olursak, raftan gelişi güzel aldığımız ve düşünmeden içine attığımız şeyler bir yerden sonra ağırlık yapmaya başlayacak. Neyi, neden aldığımız üstüne kafa yormadan yani akıl süzgecinden geçirmeden doldurduğumuz o sepet, bir yerden sonra sadece yükümüzü artıracak. Hızlıca okunan bir kitap kenara koyuluyor. Bu kitap ne anlattı? Ben ne anladım? Yazar ne demek istedi? gibi soruların cevabını vermeden eller raftan yeni bir esere uzanıyor. Niceliksel olarak bir artış söz konusuyken, nitele dair aynı şeyi söylemek pek mümkün olmuyor. Kısacık zaman dilimlerinde koca bir kenti gezmek, Tüm caddelerinden geçmemiş fakat geçtiğini sanma gafletine düşmek gibi. İzlediklerimiz, okuduklarımız, konuştuklarımız üzerine tefekkür etme fırsatı vermeden, oyunun bir sonraki bölümüne aceleyle geçmeye çalışıyoruz. Bu kadar acele ne işleri yetiştirmeye yarıyor ne de yaşamaya zaman bırakıyor. Aksine, her gün kontrolünü kaybeden insan sayısı artıyor. Daha yavaş yemek ve yemeğin tadını alabilmeyi öğrenmek için kamplara katılan insanlar var. Çocukluğumuzdan beri her gün yaptığımız yeme işlemi gerçekten zor mu? Evet, zor. Ancak zor olan yeme ve diğer eylemler değil. Hızın içinde giderek kayboluyor oluşumuz. Yavaşlamayı yeniden tanımlayıp öğrenmeye ve adım adım uygulamaya, Tüm bu yavaşlığın içinde demlenip anlamaya; çayın yapraklarının tadını suya yavaş yavaş vermesi gibi bizim de derinleşmeye ihtiyacımız var. Sindirme denilen bu süreci atlıyoruz, önemsemiyoruz. Peş peşe çevirdiğimiz her sayfada “sıradaki” demeyi bırakıp sayfa kenarını katlama zamanı gelmiştir belki de. Filozof ve kültür eleştirmeni Byung- Chul Han’ın da dediği gibi, “İnsan yalnızca bir şey yapabilme imkânına sahip olsaydı ve bir şey yapmama imkânı olmasaydı sonu ölümcül bir hiperaktiviteye varırdı.” Yavaşladığınız, derinleştiğiniz bir hafta sonu dilerim…

Yazının Devamı

Utanç verici…

Cehaletin gözlerine bakanlar bilir ki cehaletle mücadele edilmez.

İsteseniz de yapamazsınız.

Teflon tava gibidir.

Yazının Devamı

Medeniyet böyle bir şey değil!

Mevsim geçişlerini hissederek yaşamayı seviyorum.

Kış aylarında karı görmek, baharda yağmurları ve yeşerttiği doğayı seyretmek insan ömrünün kaçınılmaz döngüsünü anlatıyor bana.

Yaza adım atarken güneşin sıcaklığı ve damlayan ter zerrecikleri,

Yazının Devamı