Çürümenin kıyısında
Her şey gözümüzün önünde gerçekleşiyor.
Acı çeke çeke çürüyor, yozlaşıyor ve kuruyoruz.
Bu öyle bir çürüme ki ne sesi var ne de kokusu!
Belli ki bu yüzden fark etmiyoruz.
Hayatın gündelik akışında savrulurken, teselliyi sosyal medyanın kollarında buluyoruz.
Mesela Gazze’de çocuklar can veriyor.
Bir baba ailesini açlıktan bir nebze koruyabilmek için her gün geri dönüşü meçhul olan bir yolu kilometrelerce yürüyor.
Bir coğrafyada insanlar açlıkla terbiye edilmeye çalışılırken, diğerinde bu açlığı ‘yalnızca siyasi bir mesele’ olarak ele alıp başını çevirenler var.
İnsanlığın hanesindeki artılar her gün hızla siliniyor.
Uzaklara gitmeyelim derseniz eğer, karanlık hemen yanı başımızda bizi yutmak üzere bekliyor.
Türkiye'de hukuk adeta içi boş bir vitrin süsü hâline geldi.
Adaletin terazisi ise artık kimsenin elinde değil.
Mahkemelerde dosyalardan çok, insanların kaderi rafa kaldırılır oldu.
Haklı olmanın pek de bir öneminin kalmadığı bu sistemde, güçlü hem de çok güçlü olmak gerekiyor.
O güç ki zemini adalet ve insanlıkla güçlenmemiş; kötülüğün sıradanlığıyla filizlenmiş.
Her gün listeye bir yenisinin eklendiği mafya bozuntuları, kendi kurdukları sistemle şov yapıyor.
Yer altı, yer üstü kadar görünür olmuş.
Gizlemeye, gizlenmeye gerek yok.
Peki ya çocuklar ve gençler?
Hangi örneklerle büyüyorlar?
Her gün ekranlarda yankılanan adaletsizlik, şiddet ve cezasızlık onların zihinlerine kara bir leke gibi işleniyor.
Hadi bir de eğitime gelelim…
O da çökmüş durumda.
Üniversite tabelası taşıyan binaların, artık bilgi ürettiklerinden de emin değiliz.
Sahte diploma haberleri, torpille atananlar ve liyakatten bihaber isimler akademinin içinde.
“Öyle değil, yalan haber” diyorlar.
İnanalım mı?
Öyle sık yalan söylenir ve inkâr edilir oldu ki her şey, gerçek kendinden şüphe duyar oldu.
Belki de burada durup kendimize sormamız gerekiyor:
Biz bu ülkenin gerçek sahipleri olarak ne yapıyoruz?
Ülkesini seven bir vatandaşın görevi yalnızca vergi vermek ya da seçimde oy kullanmak mı?
Haksızlıklara, hukuksuzluklara karşı ses çıkarmak ve hatta bu sesi en yüksekten duyurmak değil midir?
Dışarıda olup bitene kayıtsız kalmak, kapıyı örtmek bizi o toplumun gerçeklerinden soyutlamaya yeter mi?
Vicdandan söz edelim biraz da…
Yalnızca bireysel bir duygu mudur?
Yoksa içinde toplumsal sorumluluğu da barındırır mı?
Biri açken, diğeri tok uyuyorsa; biri susturulmuşken, diğeri kendi konforuna sarılıyorsa; biri yalnızca doğruları söylediği için cezalandırılıyorken, diğeri kişisel hıncı için buna alkış tutuyorsa, işte orada vicdanın da eli kolu bağlanmıştır.
Erdem, en büyük direniş biçimi halini aldı.
Dürüst kalmak, çürümüş bir sistemde onurlu şekilde yürümeye devam etmek hiç kolay değil.
Üstelik yıpratıcı ve bıktırıcı da.
Ancak zor olan da bu değil midir zaten?
Tüm kokuşmuşluğa, kurtlanmışlığa ve pisliğe rağmen “buradayım” diyebilmektir.
Çünkü bu ülke, içindeki çürümüşlüğe rağmen hâlâ kurtarılmayı hak ediyor.
Ve kurtuluşumuz artık devrimlerle değil, önce içimizdeki vicdanı uyandırmakla gerçekleşebilir.
Bu çürümeden çıkış, güçlülerin peşine takılarak değil; doğru yolda, vicdan ve erdemle yürüyerek mümkündür.
Bilim susmadığında, hukuk eğilmediğinde, hakikat karartılmadığında ve erdem yeniden öğretilmeye başlandığında, işte o zaman gelecek bizim olacak.
Erdemle kalın…