En büyük zenginlik

Esra Aydın

Esra Aydın

Tüm Yazıları

Geçtiğimiz hafta hastalandım. Atlatabileceğimi düşündüğüm bir geçişti. Bağışıklığım kuvvetli olduğu için kısa süreceğini düşündüm ancak öyle olmadı.

Günler ilerledikçe vücut direncim azaldı. Sesim kısıldı, nefes almam zorlaştı. Bazı ilaçların yan etkilerine maruz kaldığım için tuzlu gargarayla sürecin etkilerini hafifletmeye çalıştım. Limonlu, ballı ılık su yanı başımdan ayrılmayan içeceğim oldu.

Sabırla geçen günlerin sonunda bir akşam acilin yolunu tutmak zorunda kaldım.

Hastane neredeyse pazar yeri gibiydi. O kadar kalabalıktı ki... Serum için sırada bekleyenler, koridorlara taşan halsiz yüzler... Kimi yaşlı, kimi çocuklu anneler, kimi kendi başına gelmiş... Herkesin yüzünde benzer bir yorgunluk.

O an içimi garip bir duygu kapladı.

Sağlık, en çok elimizden kayarken kendini belli ediyor.

Nefes alamadığında, nefesin ne kadar kıymetli olduğunu; boğazın yandığında bir bardak suyun nasıl bir mucizeye dönüştüğünü; başın ağrıdığında sessiz bir odanın ne büyük bir huzur olduğunu anlıyorsun.

Sağlık denince sadece beden geliyor akla ama içinde ruh var, huzur var, yaşam sevinci var aslında…

Son zamanlarda bu gibi rahatsızlıklar herkesin dilinde. Grip, boğaz enfeksiyonları, bitmeyen yorgunluk…

Oysa eskiden yaz, hastalık mevsimi değildi. Şimdi ise artan sıcaklıklar, kirli hava, sürekli değişen iklim koşulları virüslerin daha kolay yayılmasına neden oluyor.

Hava ısınıyor ama biz hâlâ doğaya soğuk davranıyoruz.

Balkonlarda solgun çiçekler, gölgede susuz kalmış hayvanlar, sıcakla baş etmeye çalışan insanlar…

Sanki sadece biz değil, dünya da nefes almakta zorlanıyor. Küresel ısınma, kirlenen hava, tükenen su kaynakları… Tüm bunlar yalnızca gezegeni değil, bedenimizi de hasta ediyor.

Doğaya iyi davranmadığımız her gün, her an kendimize de iyi davranmamış oluyoruz. Çünkü vücudumuz da bir nevi küçük bir dünya. Kirlenirse hastalanıyor, yorulursa susuyor, anlaşılmak isterken görmezden geliniyor.

Evde hasta yatarken tüm bunları düşündüm. Daha iyi yaşamak gerektiğini fark ettim. Daha az telaş, daha çok uyku. Daha az ekran, daha çok gökyüzü…

Zor geçen gecelerden sonra yeniden huzur içinde uyuyabilmenin rahatlığını yaşadım. Erkenden uyandım, camı açtım. Sanki günlerdir bizi yakıp kavuran sıcak yok olmuş, sabahın serinliği tüm şefkatiyle havayı sarmıştı.

O an sadece oksijen değil, yaşam doldu içeriye. Gözüm yeşile değdi, içim hafifledi. Çünkü sağlık dediğimiz şey, çoğu zaman sessiz bir şefkatin, küçük bir özenin içinde saklıdır.

Ve bu süreçte yalnız değildim. Elinde tenceresiyle çorba getiren, mecalim yokken ıhlamur kaynatıp içmemi sağlayan insanlar oldu. Kimisi gün içinde gönderdiği bir mesajla, kimisi de iştahımı açacak bir tabakla kapımı çalarak destek verdi.

Ercan Kesal’ın bir sözü tam da o anları, o güzel insanları hatırlattı bana. Kendisi yemeğini yerken beni düşünen, aşını paylaşanları…

“Çok sevdiğiniz bir şeyi ağzınıza götürdüğünüzde aklınıza gelen şey, sizin aslında 'kim olduğunuzu' da söylüyor, farkında mısınız?”

Bu cümleler Peri Gazozu adlı kitapta geçiyor. Cümlenin öncesi de paylaşma kültürünün güzelliğini yansıtıyor. Paylaşmak, çoğalmak ve beraber iyileşmek…

Çünkü bir kaşık çorbanın ardında bazen sevgi vardır, bazen dostluk, bazen de sessizce paylaşılan bir hayat. Ve o kaşığı ağzına götürdüğünde aklına gelen kişi belki de kim olduğunu sana en çok hatırlatandır.

Bazen unuturuz ve birilerinin hatırlatmasına ihtiyaç duyarız. Geçmeyecek sandığımız, zayıfladığımız o anlarda “geçecek, ne geçmedi ki?” cümlesi şifamız olur.

En büyük zenginliğimizi unutmadan…