İncelik ve hoyratlık arasında
İzlediğim filmler üzerine bir şeyler yazmaktan keyif alıyorum.
Siyaset, ekonomi ve asayiş trafiğinin içinde nefes alabilecek bir dünya oluyor benim için.
Hatırı sayılır bir okur kitlesi oluyor böylesi yazıların ama benim için pek bir önemi yok.
Bahsini açmak istediğim filme gelecek olursam, birkaç gün önce izlediğim ve detaylarıyla, incelikleriyle kalbimi biraz inciten, gözlerimin dolmasına sebep olan ‘Hanım’ filmi.
1988 yapımı Hanım, Halit Refiğ'in geç dönem sinemasında ayrıksı bir yerde durur.
Filmin başrolünde, tiyatromuzun büyük ustalarından Yıldız Kenter yer almaktadır.
O, filmde artık yaşlanmış ve tek başına bir konakta yaşayan Olcay rolüyle karşımıza çıkmaktadır.
Olcay Hanım ilerleyen yaşına rağmen yalnız ve hastadır.
Kocasını yıllar önce kaybetmiştir.
Onunla birlikte kalan tek şey, yanında yaşayan kedisi ‘Hanım’dır.
Film boyunca kedisine gösterdiği sevgi ve bağlılık yaşamla arasında kalan tek tutamaktır.
Günden güne yaşamdan el çekerken, kedisiyle edindiği zarif dostluk şefkatin bir tezahürü gibidir.
Halit Refiğ, bu filmde büyük dramatik çatışmaları merkeze almaz.
Onun yerine karakterin sessiz ama güçlü çöküşünü gözler önüne serer.
Olcay Hanım, incelikle şekillenmiş bir ömrün kaba, hızlı, ilgisiz dünyasına karışamayan bir kalıntısı gibi durur karşımızda.
Eskiden değer verilen ne varsa artık işe yaramaz görünür ya da ederi yoktur.
Bu dünyaya ayak uyduramaz çünkü onun varlığı, zaten bu dünyanın içinde yok olmaya mahkûm gibidir.
Filmde hem fiziksel hem de kültürel olarak yıkıcılığı görürüz.
Yaşadığı konak dökülmektedir; eşyalar, duvarlar ve hatta hatıralar bile çözülmeye başlamıştır. Gençler gelip gider; kentler apartman yığınlarıyla örülür.
Olcay Hanım ise hâlâ aynı yerde ve aynı düzenle yaşamakta ısrar eder.
Belki de bu onun için bir yas tutma biçimidir.
Kendi yaşamından, zamanından ve hatıralarından geriye kalan her şeyin derin bir yası…
İstediği tek şey kedisi Hanım için sevgi dolu bir yuva bulabilmektir.
Zira zamanı dolmakta, vücudu bu dünyadan ayrılmak için hazırlık yapmaktadır.
Olcay Hanım tüm inceliği ve zarafeti ile var olmayı sürdürürken zamanın hoyratlığına çarpar sık sık.
Refiğ’in kamerası da bu çarpışmayı sessizce, derin bir kabullenişle izler.
Çoğu sahne uzun ve hareketsiz planlardan oluşur.
Karakterin bir yerde patlamasını ister izleyici ancak ne mümkün…
Duygular patlamaz ama içten içe bir sızı söz konusudur.
Yıldız Kenter ise abartıdan uzak ve kontrollü tavırlarıyla aslında çok şey anlatır.
Bu rol onun için gerçek bir veda gibidir; kendi kuşağına, değerlerine ve kendi çağının insanlarına.
Necip Kaptan ve Olcay Hanım arasında geçen şu diyalog ise insanı derin derin düşünmeye itiyor:
-Nice zamandır boğazı denizden görmemiştim; bir dünya gidiyor bir dünya geliyor. Bildik yalıların çoğu ortadan kaybolmuş insanlarıyla birlikte.
-Çok doğrusun Olcay Hanım, bence insanlık kaybolmuş. Ben cahil bir adamım öyle alengirli laf beceremem. Bence insanlık kayboluyor efendilik yani… Efendi olmayanın yalı nesine?
-Anlıyorum Necip Kaptan, çok iyi anlıyorum.
-İşte onun için bu gemi su koy verdi. Çünkü bu gariban çatana efendiler devrinde yaşadı…
İkili arasında geçen bu diyalog incelik ve hoyratlık arasında uzun uzun düşünmeme neden oldu.
Öyle ya hoyratlaştık, kabalık ruhlarımızı ele geçirdi.
Zarafet zahmetli bir hal aldı.
İncelikler evet incelikler ise gereksiz detaylar…
Bunlar üstüne düşünmeye gerek kalmadı.
Öyle mi dersiniz?