Yaşamak gibi

Esra Aydın

Esra Aydın

Tüm Yazıları

Eylül ayı boyunca, tabiri caizse “yattığım yerden okuduğum” birkaç kitap oldu.
Her biri şezlongda başlayıp, uyumadan önce ya da sabah uyanınca 15 dakikalığına hemhal olduğum eserlerdi.
Kendimce sessiz bir karar alıp, hepsi birbirinden güzel bu kitapları benzer şekillerde başlayıp bitirdim.

Melisa Kesmez’in Nohut Oda’sı, Çiçeklenmeler’i ve Bazen Bahar’ı beni evden eve, kadından kadına gezdirdi.
Her bir kitabında birbirinden farklı kadınlarla ve onların yaşamlarıyla tanıştım.
Dünyalarına konuk oldum; tedirginlikleri, duraksamaları, aşkları, ölümleri ve doğumlarıyla başka başka hayatlar yaşadım.
Kesmez’in karakterleri, yanından geçtiğimiz ve belki göz göze geldiğimiz ama hikâyelerini merak etmediğimiz insanları anımsattı.
Kimisi geçmişiyle yüzleşme cesareti göstermeye çalışırken, kimisi kırılganlığın içinden yeni bir dal bularak çiçeklenmeye çalışıyordu.
Yeniden başlamanın cesareti ya da başlayamamanın korkaklığı arasında gidip gelen kadınların en sonunda kendi yollarını bulma hikâyeleriydi bunlar.
Yer yer iç burkan ancak bir şekilde yeşermeyi, yeniden sürgün vermeyi bilen kadınların...

*

Aylin Balbao’nun Bu Hikâye Senden Uzun Osman adlı eserini okurken ise yer yer içimi hüzün kapladı.
Osman’a seslenişleri ve Osman’dan vazgeçip yeniden dönüşleri...
Anlatılanlar Osman’dan fazlasıydı, şüphesiz.
Kırılganlık, bağlılık, alışkanlık, yalnızlık ve evrende yerini bulamayışın yılgınlığı...
İnsanın yüzüne çarpan cümleleri, aynı zamanda mizaha çevirme hali.
Bazı satırlarda “Bunu nasıl ifade edebilmiş?” şaşkınlığı yaşadım.
Hayal dünyasından fırlayıp gelenlerin somutluk kazandığı ve yeniden kelimeler evreninde yok olup gittiği; çizimleriyle gözümü ileri bir noktaya dikmeme vesile olan kitap, yaşam ya da bakışın ta kendisiydi.

*

Ve sonra Yu Hua’nın Yaşamak’ı...
İnsanın en temel halleriyle karşılaşmasının bir versiyonu, yansıtıcısı, aynası.
Her şeye sahip olan bir karakterin bir anda hiçe dönüşünün en sert fotoğrafı diyebilirim.
Gittikçe küçülen, küçüldükçe daha da derinleşen bir adamın hikâyesi...
İçindeki her bir karakterin yaşama karşı ikilemsiz duruşu insanı etkileyen noktalardandı.
Bir yerlerde “her şey düzelecek” beklentisine giren okurun beklentisinin karşılanmayışı ve içe çöken o ağır tortunun hissettirdikleri pek kolay hazmedilecek türden değil.
Hayatın yükünü sessizce sırtlanan, sırtlandıklarını taşırken “ah!” demeyen Fugui ve ailesinin öyküsü...

*

Benim için bu okumalar, üç farklı yazarın beş ayrı kitabının yaşama, yaşamaya ve insana tuttuğu ışıktı.
Sahi, yaşamak ne demek?
Bir ömür nasıl geçiyor?
Elde kalanlarla ne yapıyor insan denilen varlık?
Farklı gibi görünse de aynı kapıya çıkan benzer sorular en nihayetinde.
Yaşıyor, seviyor, kaybediyor, büyüyor, direniyor, mücadele ediyor ve ölüyoruz.
Birinin ya da birilerinin gölgesinde geçiyor kimi hikâyeler.
Bazen küçük bir odada, bazen de bir savaşın en ortasında.
İnsan her bir yolculukta değişiyor, kabuğunu atıyor.

*

Okur olarak her bir hikâyeden ve yaşamdan geçerken belki de fark etmemiz gereken tek şey, hepsinin bize ait olduğu.
Herkesin bir hikâyesi var ve bu hikâyeler çoğu zaman kendi seslerini tam olarak bulamıyor.
Ancak onları dinlemeye başladığımızda, aslında ne kadar benzer ve içten olduğunu fark ediyoruz.
Kadınlar, erkekler, köylüler ve Osmanlar...
En nihayetinde hikâyelerin ucunda kim olduğumuz değil, neye dönüştüğümüz saklı.
Ve öyle anlar geliyor ki, başkalarının hikâyelerinde kendimizi buluyor ve gözümüzün en içine bakma cesaretini gösteriyoruz.

Hikâyelerle kal…