25 yılın sosyolojik fragmanı!

Esra Aydın

Esra Aydın

Tüm Yazıları

Hareketli bir pazartesi ile haftaya giriş yaptık. “Hareket” Türkiye’nin diğer adı. Hafta sonu geldi, yaz bitti gibi bir durum söz konusu değil bizim için.

Nabzımız hep yüksek, gözlerimiz hep açık.

“Fethullah Gülen öldü” haberi bugünün gündem maddeleri arasında. Bir süredir çeşitli hastalıklarla mücadele ediyormuş kendisi, ölmüş. Yattığı yerde huzur bulur mu orası kendisiyle yaratıcı arasındaki mesele ancak…

Bu ülkede hakkı yenilen, yıpratılan, iftira atılan, hapiste çürümeye terk edilen onlarca insanın haklarını helal edeceğini sanmam.

Tuhaflıklar ülkesinde yaşıyoruz.

Her geçen gün bu durum katmerlenerek önümüze geliyor.

Yargı sistemi sıkıntılı, eğitim tat vermiyor. Kısa yoldan köşeyi dönmek isteyen insanların sayısı hiç de az değil.

Sorunları çözmek için başvurulan ilk yol şiddet; kullanılan ilk araç silah. Bireysel silahlanma artıyor, öfkeyi kontrol altına almak daha güç.

Yenidoğan çetesinin ortaya çıkarılmasıyla beraber birçok aile sorgulamadığı ölümleri sorgulamaya başladı.

Kaçıncı seviye bir delilik aklım ermiyor.

Bunun adı para hırsı, güç, hükmetmek olamaz. Bu, başlı başına vicdandan yoksun sosyopatların planlı eylemleri.

Öyle rahat, öyle geniş şekilde yapıyorlar ki korkunun esamesi bile okunmuyor.

Adalet sisteminin çürümüşlüğünden mi alıyorlar bu gücü, yoksa başka bir şeyden mi bilemiyorum.

Kalplerinin ve zihinlerinin içi katran karasına dönmüş bu insanları anlamak gibi bir derdim de yok.

Benim derdim her gün kendimizi aynı sözcüklerle kandırıyor oluşumuz; her şey iyi olacak...

İyi olduğu falan yok, kendimizi kandırmayalım. Tüm yaşananlar karşısında şaşkınlık yaşıyoruz ve inanır mısınız hala bizi şaşırtmayı başaranlar var.

Ancak dizi ya da filmlerde göreceğimizi düşündüğümüz her şey, gerçek yaşamın içinde hızla yerini almaya başladı.

Elbette bu noktaya bir anda gelmedik, aniden çözülmeye başlamadık; hepsi sosyolojik bir sürecin parçası.

Ufak ufak yapılan eylemler, zamanla normalleşti; kabule geçtik.

Çalıyorlar ama hizmet de ediyorlar” şeklinde cümleler kurmaya başlamamız, gelecekte olacakların ufak bir habercisiydi.

Kötü olan neydi? Ahlaklı ve ahlaklı olmayanı birbirinden nasıl ayırıyorduk?

Friedrich Nietzsche’nin sözleri geliyor aklıma. Diyor ki, “Bir hamam böceği öldürürsen kahramansın, bir kelebeği öldürürsen şeytansın. Ahlakın estetik standartları vardır.”

Ahlak anlayışımız bile estetik yargılarımızla bağlantılı. Olayları ele alış şeklimiz, adalet terazimiz zihinlerimizde oluşturduğumuz duvarlar gibi.

Üç beş kişinin işe alımı göze batmaz, arada olur böyle şeyler diyerek kimin hangi koltuğa oturduğunu, kimin hangi firma sahiplerine ihaleler bağlayıp yedi sülalesini doyurduğunu, hangi kanıt dosyalarından kimlerin isimlerinin silindiğini elbette takip edemedik.

Görevini kötüye kullandıkları kabak gibi ortada olanların, görevden alınıp emekli olduklarını da bilmedik.

Atanmak için çabalayan, iş bulmak için didinen, helal yoldan para kazanmak isteyenlerin sesleri de o kadar çoktu ki haliyle işit-e-medik!

Kimin kağnısı gıcırdıyorsa, ona bineceksin” lerden geldik buralara ya da “Sesini çıkarma, sen ekmeğine bak”lardan.

“Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” atasözünü şiar edinince herkes kendi yoluna, yordamına, adamına, dayısına, başkan yardımcısına, müdürüne, sekreterine baktı.

Tepeden başlayan çürüme, toplumun her katmanına yayıldı.

Bugün şahit olduğumuz, gördüğümüz her şey en üsttekilerin bir yansımasıdır.

İçimizde potansiyel olarak duran, sesini çıkarmayan o karanlık yan da yıllar içinde kendini gösterir oldu.

Adaletin kılıcı güçsüz olanın kellesini alınca, herkes bireysel raconunu kesmeye başladı; bunu kendine hak gördü.

Artık aksiyon, dram, distopya gibi filmler izlemeye ve kitaplar okumaya pek gerek kalmadı.

Alın bir kilo çekirdek, çekilin kenara ve “oynat” tuşuna basıp izleyin.

Film belli;

25 yılın sosyolojik sonuçları.

İyi seyirler sevgili okur…