Anlaşmak ve Anlaşamamak-Çıtır Çıtır Felsefe
Çıtır Çıtır Felsefe serisini bir başka yazıda zaten yazmıştım. O yazıda söylediklerim baki kalacak şekilde elime geçen ve serinin yeni kitabı olan Anlaşmak ve Anlaşamamak ayrıca bir yazıyı hak ediyor sanki. Elbette diğerlerinin değerinden azaltmadan. Her bir kitap ayrı ayrı bile yazıyı hak ediyor. Bunu da mutlaka ekliyorum. Sanırım sadece bu kitabı sonradan elime aldığımda ve okuduğumda çocuklardan çok büyüklerin okumasını istediğimdendir yazıyor olmam. O kadar zamanımıza ve içimize uygun diye düşündüm ki her sayfasında. Nasıl elzem bir bilseniz her satırın ifade ettikleri. Ah ah, keşke önce tüm büyükler okusa ve içselleştirse yazılanları da sonra çocukları için adım atsa.
Çok klasik olacak ve olsun da; “geldik gidiyoruz” ama hala anlaşmak ne demektir, anlaşamamak neden olur farkında değiliz. Felsefe yapmanın önemi nedir bilmiyor olabilirsiniz ama yokluğunda cehennem çukurunda kaldığımızı hissedeceksiniz. Düşünmenin ortadan kaldırılmasıdır aslında felsefeden mahrum kalmak. Belki de sırf bu yüzden eğitimde niteliksel açıdan daha zengin içerikle felsefe derslerinin arttırılması gerekiyor. Kendinden farklı olanı anlamayı bırak, kişinin kendisini ve hayatı anlayıp anlamlandırması için de son derece önemli bence. Başkasının aklıyla değil de kendi kafatasının içindekilerle uğraşmayan insanların emanet akılla yola çıktıkları bir dünyanın karanlığında debelenirken meğer nasıl da kıymetliymiş kitaplarda yazılanlar. Yazıldığı haliyle kalmadıkları ve önce öğretenler, sonra da öğrenenlerce içselleştirilmesi şartıyla ama. Yani doğruyu söylemek değil de doğruyu yaşama biçimi haline getirdiğimizde belki de daha yaşanabilir bir dünyada olacağız. Günışığı Kitaplığı öylesine kıymetli bir emek veriyor ki geleceğe, bir fideyi ekmenin önemiyle ölçülebilir belki de. Umarım o fide tutar ve kocaman bir ağaca dönüşür. Yine umarım ki; o fideler çoğalır ve bir ormanda yaşayan canlıların curcunasına bırakır hayatlarımızı. Umarım o fideler kırılmaz ve umut olur hepimize ayrı ayrı. Brigitte Labbe imzalı serinin resimleyeni Jacques Azam. Türkçe’ye sevgili Azade Aslan tarafından çevriliyor kitaplar.
İlk sayfalardan itibaren öylesine güzel bir anlatımla karşılaşıyorum ki hemen alıntı yapmak istiyorum. Piyanist, şarkıcı, gitarist ve diğer müzik grubu üyeleri arasındaki bir anlaşmazlık ortamına değinen yazar, şu sözlerle bizi kendimize getiriyor: “Her biri kendi seçiminde ısrar ederse ne olacak? Her biri, tıpkı kimsenin giremediği, kapıları sıkı sıkı kilitli bir evdeymiş gibi, kendini düşüncesine hapsederse ne olacak? Hiçbir şey. Hiçbir şey olamayacak: ne müzik, ne de konser!” Tam da bu satırları yazarken bir yandan da müzik dinliyorum kısık bir sesle. Yani müziğin olmama halini hiç hoş bulamadım. Dolayısıyla kitapta anlatılmak istenen de bir başka açıdan ayrıca anlamlı geliyor bana. Yalnız tekrar ve önemle üzerinde durmak istiyorum ki, lütfen ama lütfen her yaş grubundan insanlar ve özellikle de büyükler okusunlar bu seriyi. Yapamadıklarını çocuklarına yaptırmak istemeyeceklerdir belki de böylece. Ya da bir başka ifade ile kendileri yanlışı yapıp, doğruyu yapmadıkları için çocuklarını acımasızca eleştirmekten vazgeçeceklerdir belki de. Dolayısıyla madem felsefe konusunda gerideyiz; en azından ben öyle düşünüyorum, o zaman önce büyükler okusun bu kitapları.
Anlaşmazlıkların kişileri araştırmaya, nedenler aramaya ittiğine de değinen yazar anlaşamama halinin kıymetine de gösteriyor. Herkesin aynı fikirde olduğu hallerdeki çorak iklime değiniyor önce ve sonrasında da anlaşamayan ama tartışma kültürü içinde kendi düşüncesinin doğruluğunu ispata çalışırken araştıran, soran ve sorgulayan, dolayısıyla önce savunduğu görüşlerin doğruluğuna inanan insanın önemine vurgu yapılıyor yani. Kişinin kendisine sorular sormasının geliştirici yanını hatırlatıyor ayrıca. Nasıl da kıymetli ve önemlidir değil mi? Tek sestense farklı seslerin insanı beslediğini gösteriyor bir başka açıdan da. Yine bir başka örnekte ise öfke ve şiddet belirtilerinin medeni ölçülerde tartışma kültürü ve olgunluğu sağlayamayanlar ve bebekler ile daha küçük çocuklara özgü olduğuna değiniyor yazar. Yani bu tip davranışların aslında “normal” olmadığını anlatıyor kibarca.
Hayatın farklı alanlarından örnekler verilerek insanın içine düşeceği/düştüğü durumlar da güzelce hem anlatılıyor, hem de resmediliyor. Örneğin arkadaş baskısı ile karşılaşan insanların kararlarında ne kadar kendi iç seslerine kulak verdiklerini sormamızı sağlıyor bir örneğinde yazar. Genele veya baskın olana karşı söyleyeceğimiz evet ve hayırların ne derece bize ait olduğunu da gösteriyor. Kısacası hayatın hemen her alanında düşüncenin aslında nasıl da kıymetli ve önemli olduğunu; ezber ve basmakalıp olanın ise nasıl da yıkıcı olduğunu gösteriyor. Çok basit görünenin bazen nasıl da zorlaştığını okuyoruz sayfaların arasında. Sonra kitap bitince biraz geri çekilip bizde bıraktığı çağrışımları ile başbaşa kalıyoruz. En azından bende öyle oluyor. Aklıma çok fazla şey geldi. Ama bir tanesini buraya alacağım. O da Yıldız Kenter’in bir röportajını çağrıştırmasıdır. Yıldız Kenter eşi Şükran Güngör’ün vefatından sonra bir röportaj vermişti. Ben de keyifle okumuştum ve o yazıda eşinin kendi fikirleriyle sürekli karşı karşıya geldiğini ve hayatta kendisini geliştirmesinde bu tutumun önemine değinmişti. Yani kendisiyle her konuda aynı fikirde olan değil de, farklı fikirde olanla yapılan “tartışma”nın kıymetine göstermişti aslında. “Tartışma” kültürünün elbette “kavga” etmek olmadığını ve başka türlü bir diyalogdan bahsettiğini de eklemek gerekiyor. Ne büyük bir şanstır, insanın hayatının büyük bir kısmını beraber geçirdiği kişinin fikirlerinde hem kendi fikirlerini sorgulaması, hem de onların karşısındaki fikirlerden haberdar olması. Kendi fikirlerini düşünüp, araştırırken kendini geliştirmesi ve olası fikirlerinin değişimi ile değişen kendisiyle gelişimi.
Çok fazla şey daha söylenebilir elbette bu konuyla ilgili ama hepsinden öte bizleri sakin ve olgun bir şekilde hayatı kucaklamaya daveti ve fikirler üzerine tartışma kültürünü edinmemizi salık vermesi bile oldukça kıymetli. Tekrar, tekrar ve saygıyla tüm dünya çocuklarına sunulan bu harika serinin içinde emeği geçenlere teşekkürü borç biliyorum. Ah ah, keşke tüm dünyada, siyasi karar mekanizmalarında olanlar kadar, tüm yönetim kademelerindekilere de ulaşsa bu kitaplar ve hoşgörü, farklılıklara saygı, çok kültürlülük gibi kavramlar serpilse hayatlarımızda. Çünkü bunların, aslında en çok da felsefenin yokluğundan çokça zarara uğradık insanlık olarak ve diğer tüm canlılar olarak. Bu seri vesile olsun, aracı olsun ve aslına bakılırsa gönlümden geçen tüm ilköğretim müfredatlarında zorunlu olsun. Hayatlarımızın daha olumlu olmasına dair sunmak istediği katkıdan eminim çünkü. Başka niye yazar ki bir insan bu güzelim kitapları?