Saadet Sevinç Doğan

Saadet Sevinç Doğan

Beni Annem Yavruladı

Bazı kavramları çocuklara nasıl anlatacağımızı bilemeyiz ve kaçmaya çalışırız ya; işte onlardan bir tanesi karşımızda çözüme kavuşuyor. Çocukların diline ve yaşına uygun şekilde, onların sorularını yanıtlamak için oldukça iyi bir giriş sunuyor Can Göknil’in “Beni Annem Yavruladı” kitabı. Tasarımını Erkal Yavi’nin yaptığı ve tasarım uygulamasını Gelengül Çakır’ın yaptığı kitabın çizimleri de güzel. Can Yayınları tarafından basılan kitap bir bebeğin nasıl dünyaya geldiğini anlatıyor.

Dedesine çiftlik yaşamındaki gerçekliklerden yola çıkarak kendisinin de nasıl dünyaya geldiğini soran bir küçük çocuk var karşımızda. Dede de etrafımızdaki pek çok yetişkinin yaptığı gibi hangi cümleyle başlayacağını bilemediğinden topu “Git ninene sor. Benim çok işim var” diyerek eşine atıyor. Böylece hayvanlar ile ilgili sorulara yanıt veren dedenin, konu insanlar olunca nedense çekinmesi de tanıdık ama aslında yıkılması gereken bir tabu olarak duruyor önümüzde. Kitabı okuduğumda her ne kadar çok tanıdık bir tepki olarak algılasam da, neden hala böylesi gereksiz tutukluklar yaşadığımızı da düşündüm. Örneğin dede neden anlatamıyor torununa nasıl dünyaya geldiğini? Diğer yandan nine de oldukça güzel bir şekilde (elbette klasik aile rolleri ile ama sanırım okulöncesi olduğu için, şimdilik bu kadarı yeterli) çocuğa onun nasıl dünyaya geldiğini anlatıyor.

Nine aynı zamanda torununa masal okuyan, ilgi ve şefkat gösteren de bir kadın. Mutlu bir aile ortamında, sevgi ile ve isteyerek dünyaya getirilen bir çocuğun hikayesini dinliyoruz kitapta. Okurken çocuklarıyla cinsellik üzerine konuşamayan ve küçükken leylekler tarafından getirildiğine inanan şimdiki zamanın büyükleri geldi aklıma. Ancak zaman çok hızlı bir şekilde değişiyor ve bu değişimin getirdiklerinden birisi de çocukların bilgiye rahat erişimleri. Artı veya eksi yanlarını tartışmaya açmıyorum bu yazıda ama sadece çocukların doğru bilgiyi öncelikle aileleri tarafından almaları gereğini biliyorum. Bu nedenle de bazı tabuların yıkılması ve çocuklara doğru cümleler ile, onların kafalarını bulandırmadan ve yaşlarına uygun bir ifade ile hemen her konuda konuşulabilmemiz gerektiğini düşünüyorum. “Annem Her Yerde” kitabı üzerine yazarken de bunu fark etmiştim. O kitapta da bir çocuğa annesinin ölümü anlatılıyordu. Zaten çocuklar büyüklerin tepkilerinden öğrenmiyor mu hayatı? Peki o zaman neden onlara utanacakları, sıkılacakları, kaçacakları gerçekler yerine; basit ve sade bir anlatımla, abartılı ifadelerden kaçınarak ve oldukça normal olan gerçekliği paylaşamıyoruz. Bir tanesi doğum (yani elimdeki kitap), diğeri de ölümü anlatıyor. İkisi de hayatın en temel iki gerçeği. Belki de sorgulamadan kabul ettiğimiz her şeyi yeniden gözden geçirme zamanıdır.

Yazının Devamı

Bebek Aşağı, Bebek Yukarı!

Bu kitabın yazarı beş çocuk sahibiymiş. Hayali bile zor olanlardan. Başka cümle kuramadım beş çocuk üstüne. Hele de şimdiki zamanlarda. Güzel olan yanı da elimize bu kitabın gelmesini sağlayan bir gözlem imkanı sağlaması yazara. Çizeri ise daha önce üzerine yazı yazdığım Kitapkurdu Lily’nin de çizeri olan Francesca Chessa. Seviyorum çizimlerini ve en çok da çizimlerindeki çocuk dünyasını. Kitap, Kelime Yayınları tarafından basılmış ve Türkçe’ye yine bizim sevgili Ece Özkan tarafından çevrilmiş. Ece Özkan farkında değil ama ben onu “bizim Ece” yaptım bile. Bu kitabın elime gelmesini sağlayan da Sevgili Ece’nin annesi Seray hanım. Nasıl güzel bir hediyeydi elimize gelen. Çocuğunu büyüten bir annenin küçük cadısını büyüten anneye el vermesi aslında bir anlamda. Hem de kendi kitap kurdundan çevrilen bir kitapla geliyor hediye. Ne diyelim niceleri eklensin bu güzel çalışmalara. Bizler de nasiplenelim ve birebir tanışmasak da Ece’nin başarılarından mutlu olalım.

Gelelim kitaba; oldukça güzel ve samimi bir hikayesi var kitabın. Abla olmaya hazırlanan Emily evde bir bebeğin olmasının kendisinde yarattığı kaygıları listeliyor uzun uzun. Hem güzel yanlarını, hem de endişeleri içeren liste anne ve babanın da dikkatini Emily’e çekiyor. Elbette sadece onların değil, okur olarak bizlerin de. Maalesef eve yeni bir bebeğin gelmesi önceki çocuğun biraz kendisini ikinci planda hissetmesine sebep olabiliyor. İster istemez bebeğin bakıma muhtaç olması ve gereksinimlerinin fazla olması ebeveynlerin ilk çocuğa ayırdığı zamanı azaltabiliyor. Bir de buna tam da kitabın adından anlaşılacağı gibi herkesin bebekle ilgili konuşması da eklenince küçük çaplı krizlerin çıkmaması imkansız gibi. İtiraf ediyorum en küçük olan her zaman, nedense daha sevimli oluyor veya bize öyle geliyor. İnsan ne kadar bilinçli olursa olsun aniden dikkatini küçük olana yöneltebiliyor. Kitap tam da bu noktada uyarıyor hepimizi. Hem de küçücük bir çocuğun ağzından. Onun kaygılarını duyunca daha fazla sorumluluk almaya ve bu konulara dikkat etmek gerektiğine ikna oluyorsunuz.

Emily şanslı bir çocuk, çünkü kendisini dinleyen ve kaygılarını bertaraf eden anne-babanın rehberliğinde büyüyor. İkisi de sonuna kadar kızlarını dinledikten sonra, onun kendi hayatlarında nasıl önemli ve kıymetli olduğunu hissettiriyorlar kızlarına. Çocuk sahibi olmadan önceki hayatları ile çocukları olduktan sonraki hayatlarına dair olumlu bir tavır sergileyen anne ve baba aslında çocuk büyütme konusunda doğru kararlar almışlar. Yani çocuk büyütmeye hazır bir çift karşımızda. İster istemez bu büyük sorumluluk karşısında son derece pervasız davranıp, sabrı ve özverisi yeterli olmayan çiftlerin çocuklarda yarattığı sıkıntılara kaydı aklım. Kolay şey değil çocuk büyütmek. Hele de ikinci çocuğa karar vermek. Sabır, özveri gerekiyor her şeyden önce. Elbette onlara güzel bir gelecek hazırlamak da önemli. Dolayısıyla kültürel kodlamalarda peşpeşe yapılan pek çok çocuk, maalesef Emily’nin kaygılarıyla ve daha fazlasıyla büyüyor, ama bunları bertaraf edecek büyükleri bile olamayabiliyor. Bu kitap, en azından neyle karşılaşılacağına dair bir örnek oluşturması açısından kıymetli.

Yazının Devamı

bilyeler

Bu haftaki yazıda yine bir Behiç Ak klasiğinden bahsedeceğim. “bilyeler” kitabını az önce okuduk ve kapadık son sayfasını. Elbette yazarı seviyorum ama konularını da çok sıcak ve yakın buluyorum. Bir de nedendir bilmiyorum ama çoğunda kendi çocukluğumdan bir şeyler buluyorum. Bunlar da genelde güzel ve sıcak anılar. Sokakta geçen çocukluk, ağacı seven çocuklar, bilyeler ve buna benzer pek çok şey. Aslına bakılırsa benim çocukluğum için sıradan ve normal olan, ama şimdilerde çocuklar için ulaşılması zor olanlar bunlar. Sokakta oynamak bir “hak”mış ve en iyi okulmuş orası aslında. Sanki şimdi en çok bu “hak” alınıyormuş ellerinden çocukların. Sitelere, plazalara, trafiğe ve betona hapsettiğimiz çocuklarımız var elimizde, ama onlarla beraber geleceğimizi de gömüyoruz sanki betona. Soluk alamıyoruz ve sonrasında mesela Behiç Ak’ın Gökdelene Giren Bulut yetişiyor cümlelerimizi kurmaya. Arada duvara çarpıp geri getirmiyor değil okur olarak bizleri. İyi de yapıyor yazar. Birebir görüşüp, sohbet etme imkanı bulduğum Behiç Ak, aslında bence tam bir Cumhuriyet insanı. Ülkesi ve toplum için istiyor iyi olan her şeyi. Kamusal alanın yok edilmesini dert ediniyor kendisine. Bir de çocuklar çok önemli onun için. En çok onlara kıyamıyor. Bunu sözlerinden değil çocuk edebiyatına ayırdığı gönüllü mesaisinden ve bizlere kazandırdığı kitaplarından biliyorum.

Günışığı Kitaplığı’nın basımını üstlendiği “bilyeler” kitabı işte yine sıcacık bir hikaye ile çocukluğumu çağırıyor. Bir lunaparkta içi bilye dolu küp kazanan çocuğun eve gelmesi ve kendisini bilyelerine kaptırması ile başlıyor hikaye. Erkek kardeşim de bilyelerine epey kaptırırdı kendisini. Nasıl büyük bir heyecan ve mutluluktu o bilyelerin her oyun sonrası artması. Bir de renkleri çok güzeldi. Benim de oynamışlığım var bu oyunu. Neyse kitaba geri dönüyorum. Hikayenin kahramanı İbo’nun sadece evde ve kendi başına oynadığı için bu duruma sinirlenen babası küpü kaptığı gibi pencereden aşağı döküyor. Acımasızca bir davranış gibi gelse de aslında oldukça güzel gelişmelere vesile oluyor bu durum. Sanki İbo’nun babası bugünün annelerine/babalarına sesleniyor bu davranışıyla. Yeter artık evde tek başına oynayan çocuk bolluğu. Salın artık sokağa onları ve çocuklarla oynamaları gibi en doğal alanı yaratın diyor sanki yazar bize. Ah ah nasıl güzel bilyeler üstelik onlar. Mahallede cümbüş havası esiyor ve her çocuk kendi payına düşeni alıyor bilyelerden. Hatta yağmur yerine bilye yağdığını düşünerek.

Bilyelerin cazibesi çocukları sarınca bu kez beraberce oynanan oyunlar ve süresi de artıyor. Sonunda yine büyüklerin müdahalesi ile karşılaşıyor çocuklar. Niyet bilyelerin yine tek elde toplanması ve tek çocuğun tüm çocuklara göre daha rahat ikna edilebilmesi. Ancak bir kez beraber oynamanın keyfini alan çocuklar sizce buna izin verir mi? Büyükler tarafından düzenlenen yarışmada birinci olan tüm bilyelerin sahibi oluyor ve bu kişi de İbo oluyor ama sonuç büyüklerin istediği gibi olmuyor. Vaktiyle babasının pencereden döktüğü bilyeleri bu kez İbo döküyor. Dedim ya az önce; bir kez beraberce oynanan oyunun keyfine varmış çocuk, sizce yine kendi tek ve yalnız dünyasına döner mi?

Yazının Devamı

mış gibi

Peter H. Reynolds’ın “Nokta” kitabını okumuş ve çok beğenmiştim. Bir öğretmenin küçücük bir çocuğun dönüşümüne nasıl da özen ve incelikle dahil olduğunu izlemiştim o kitapta. Bir noktadan, bir ressama uzanan serüvende önemli olanın cesaret ve istek olduğunu göstermişti bu güzel kitap. Şimdi elimde aynı yazarın ikinci kitabı var ve en az birinci okuduğumuz kitap kadar keyifli. “mış gibi” kitabının yazarı ve çizeri aynı kişi. Altın Kitaplar tarafından basımı yapılan kitabı Türkçe’ye Oya Alpar çevirmiş.

Peter H. Reynolds sahiden çok incelikli bir yazar. Çocuk ruhunu çok iyi biliyor. Bir yetişkin dünyasından çocukların büyülü dünyasına girebilen yazarlardan. Öncelikle itiraf ediyorum ki çocuk kitaplarını çok seviyorum. Özellikle de onların güzel ve duru dünyalarını yansıtanları. Elimdeki kitap da işte onlardan. İyileştirici yanı vardır çocukların ve elimdeki kitabın yazarı da bunu çok iyi yakalıyor. Resim yapmayı çok seven kahramanımız Ramon tüm mekanları kullanıyor. Tutkulu bir şekilde resim yapan Ramon’a abisi yanaşıyor ve gülüyor gördüğü resimlere. Neden? Çünkü resimleri gerçeğe benzetemiyor ve beğenmiyor. Ramon’un tüm hevesi yarıda kalıyor hal böyle olunca. Tamam, durun endişe etmeyin, evin bir de küçüğü var. O yetişiyor yardıma. Meğer Ramon’un tüm buruşturup attığı resimleri odasında duvara asmış bu küçük güzellik. Hayal edin abi ve kendinden küçük kardeşin davranışlarını. Bir tanesi ne kadar yıkıcı ve yıpratıcı ise, diğeri o denli yapıcı, iyileştirici ve cesaret verici. Okurken aklıma acaba büyürken mi kaybediyoruz iyi olan bazı duygularımızı diye geçirdim içimden.

abisi büyüklerin dünyasını gösteriyordu bir yönüyle. Küçük kız kardeşinki ise çocuk dünyasını. Elbette Ramon’un ruh hali de onların kırılgan dünyalarını. Gerçeğe benzemese de “vazoymuş gibi” cümlesi yetişiyor Ramon’un resim yapma hevesini tekrar kurmaya. Bazen işte bu kadar basit olabiliyor yıkmak ve yapmak. Tercihsel bir durum yani hangisinden yana tavır alacağınız. Küçük kız kardeş Marisol’un ruh hali sarsın istiyorum çocukların dünyasını. Marisol gibi öğretmenleri olsun mesela onların. Yapıcı, iyileştirici, cesaret verici ve yol açıcı. Diğer taraftan Ramon’un abisi Leon’un kaba ve yıkıcı dünyası uzak olsun istiyorum onların hayatından. Hayal edin bu iki karakterin öğretmen olduğunu mesela. Gerçeğine benzemediği için gülen bir öğretmen mi, yoksa gerçeğin yansıması olduğu için cesaret veren bir öğretmen mi olsun isterdiniz hayatınızda. Bu kitabı okurken kendi çocukluğuma ve öğrencilik yıllarıma gittim. İnsan hayatında iz bırakanları unutamıyor galiba. Sanki sahiden herkesin izini az çok taşıyoruz üzerimizde. İyi olanı da unutmuyoruz, kötü olanı da. Mesele kötüleri görüp onları tersine çevirme telaşı. İyi olanı tanıyıp ondan beslenmeye çalışmak galiba belki de hayatın öğrettiği kısmı. Elimdeki kitap vesilesi ile resim tutkusunun nasıl köreltilebileceği veya nasıl beslenebileceği gösteriliyor iki karakter ile. Hemen eklemek istiyorum, yazar da şanslı grupta aslında. Çünkü henüz yedi yaşındayken ikiz kardeşi ile beraber yazdıkları kitapları, çizgi romanları ve gazete yazılarını babalarının fotokopi dükkanında çoğaltmalarına imkan sağlayanlar olmuş. Kitabın en arka kısmında yazar ile ilgili verilen bilgiler çok güzel ve umut verici. Neden umut verici biliyor musunuz; çünkü koşulları oluşturulan ve cesaretlendirilen çocukların nasıl da güzel işlerin içinde olduğunu gösteriyor. “Nokta” kitabını da, “mış gibi” kitabını da mutlaka okuyun isterim. Çocuğunuz olması gerekmiyor, sadece yetişkin olarak alıp okuyun ve hayatı başka bir yerden deneyimleme şansını tanıyın kendinize. Bence herkes kendine en azından bu kadar küçük bir iyiliği hak ediyor. Sonra belki kim bilir, vaktiyle hevesinizi kıranların ayırdına varıp, kaldığınız yerden devam edebilirsiniz yolunuza. Hem belki kendi kendinizi iyileştirmenize vesile olur çocuk edebiyatının o büyülü dünyası. Tavsiye ile diyorum ki Peter H. Reynolds hayal kırıklığına uğratmaz, en azından beni uğratmadı.

Yazının Devamı

Büyülü Bahçe

Elimdeki kitap yaşadığımız dünyaya öylesine elzem ki, neresinden başlasam diye duraladım aniden. Ayfer Gürdal Ünal tarafından yazılan kitap, Saadet Ceylan tarafından resimleniyor. Tudem Yayınları’nın basımı üstlendiği kitap belki de şimdi söyleyeceklerimi niyetlenmemiştir bile ama olsun, biraz da bir okur olarak bende bıraktıkları üzerinden yazıyoruz değil mi? Zaten ortaya konulan ürünün nasıl alımlanacağını belirleyemiyor yazar. Öncelikle Ayfer hocam sizinle yüzyüze tanışmamız farz oldu sanki. Ellerinize sağlık, saygı duyuyorum tüm inceliklerinize sırf bu kitapla okuduğum kadarıyla.

Büyülü Bahçe sıradan bir masalsı anlatıma sahip ama sanırım dokunduğu yerler çok iz bıraktı bende. Küçük bir kız çocuğu zeytin ağaçlarının olduğu bir yerde yaşıyor ailesiyle birlikte. Anne ve babası çalıştığı için ninesinin yanında kalan Elif’in şansı çok büyük. Ninesi ona masallar anlatıyor çünkü. İşte biz de o masallardan bir tanesinin içinde buluyoruz kendimizi. Masalda, büyülü bir bahçe var ve yılda sadece bir defa görülen bir altın yapraklı mor gül oluşuyor bu bahçede. Onu almak da her yönüyle “iyi” denilebilecek bir çocuğa nasip oluyor.

Elif ve Yusuf adından iki çocuk da bu gülü elde etme niyetiyle yola düşüyorlar. Elif’i ninesi uğurlarken; “Kalbinin sesini dinle yavrum. O sana doğru yolu gösterir” diyor. Hemen söylüyorum 1-0 önde başlıyor bu söylemle Elif yarışa. Yusuf ise eril iktidarın bam telinden seslenen babası aracılığıyla 0 olan tarafta maalesef. Çünkü babası; “Hiçbir şeyden korkma. Cesur ol. Kopart gülü, gel. Göster şu kıza kim olduğunu. Haydi göreyim seni!” diyor. Ah ah nasıl da zarar veriyor Yusuf’a babası bir görse, bir bilse, bir anlasa, bir anlatılanı dinlese mesela. Size çok basit gelebilir ama “göster kıza kim olduğunu” cümlesi bile başlı başlına sorunlu ve şiddet içeriyor. Biyolojik farklılığını resimlerde sere serpe gösteren/gösterebilen erkek çocuk figürü karşımızda bu kez Yusuf karakteriyle çıkıyor. Göstermekten, ‘göreyim seni’ cümlesi ile kendisini sürekli ispata çalışan o erkek de mutsuz oluyor haliyle. Yusuf bahçede oldukça hırslı ve duyarsız bir şekilde yol alırken, ne bahçenin güzelliğine, ne de etrafındaki canlıların hislerine kulak veriyor. Kafasında tek bir şey var ve babasının ona tembihlediği gibi “kopart onu” cümlesi gösteriyor aslında o eril dilin nasıl da şiddeti salık verdiğini. Güzelliği görmek, hissetmek veya yaşamak değil bu, sadece yok etmek üzerine buyrukta bulunan bir ses. Maalesef bu sese kulak veriyor Yusuf ve hayatının en büyük eksisini, kendisini yetiştiren babasının sözlerinden alıyor. Doğaya, yaşama ve canlıya duyarsız Yusuf, ağacın dalından kocaman parça koparmaktan da, hayvanların ürkmelerinden de çekinmiyor.

Yazının Devamı

Kitapkurdu Lily

Bazen elime aldığım kitabın karakterlerini öyle çok seviyorum ki; içime alasım geliyor. Lily de öyle bir karakter. İşi gücü okumak olan ve kelime anlamını tam olarak dolduran bir kitapkurdu kendisi. Kelime Yayınları, Gillian Shields’in yazdığı, Francesca Chessa’nın resimlediği bu kitabı basmakla ne iyi etmiş öyle. Çevirmenine ayrıca değinmek istiyorum çünkü aynı şehirde birbirimizden bir haber yaşamışız. Hala da tanışmıyoruz ama çevirmen Ece Özkan, Kocaeli’de lise eğitimini almış ve Kocaeli 24 Kasım Anadolu Lisesi mezunu. İster istemez altını çizeyim istedim bu küçük ayrıntının.

Öncelikle şunu belirtmek istiyorum ki gerçekten istekle ve heyecanla okuyan ve eğitimli kişilerin kaleminden çıkan kitaplar kendilerini çok net gösteriyorlar. Bu kitap da öyle. Kitabın içinde yazarın ve resimleyenin özgeçmişleri kısaca yazılıdır genelde. Bunlara mutlaka bakarım ve zamanım müsaitse onları internette ayrıca araştırırım. Bu da beni güzel-farklı mekan ve kültürlere ama çocuk ortak diline götürür her seferinde. Kitapkurdu Lily de okumayı öğrendiğinde annesi tarafından kütüphaneye götürülen ve kütüphane kartı edinen bir kız çocuğu. Şimdi bu noktada hemen bir parantez açıyorum; biz küçük cadımıza çok daha önceden bu kartı aldık ve çocuk kütüphanesi bulunan şanslı illerdeniz. Bence her ilde çocuk kütüphanesi şartı konulmalı ve bu alanlar beslenmeli. Elimizdeki kitap da Nazmi Oğuz Çocuk Kütüphanesi’nden alındı ve evimize geldi. Yani çocuğunuzun okumayı öğrenmesini beklemeden seslenebilirsiniz onlara kitaplar aracılığıyla.

Gelelim Lily’e; o okumaya başladığında duramayanlardan. O kadar çok seviyor ki okumayı, etrafındaki başka hiçbir şey dikkatini çekmiyor okurken. Hatta annesini bile duymuyor Lily bu durumlarda. Her kitapla başka dünyalara dalıyor küçük kız. Lily bir gün kitaplardan nefret ediyorum diyen bir kızla tanışıyor ve Milly adındaki bu kız ile birbirlerinin hayatlarına dokunuyorlar. Nasıl mı? Milly yerinde duramayan ve hayatı yaşayarak deneyimlemeyi seven birisi. Ağaçlara tırmanıyor, oyunlar oynuyor ve hiç bıkmıyor bunlardan. Milly bir anlamda Lily’nin eksik yanına hitap ediyor. Elbette Lily de onun eksik yanını tamamlıyor.

Yazının Devamı

İyi ki Varsın Tilki Toni

Kelime Yayınları tarafından basılan, Şebnem Aydın Gündüz tarafından resimlenen İyi ki Varsın Tilki Toni, üç kitaptan oluşuyor. Sırasıyla; Arkadaşlık Puding Gibidir, Beş Duyu, Zaman Dipsiz Bir Kuyu ve Bir Dilek Tut adlarını taşıyan kitapların yazarı Hafize Çınar Güner. Her kitapta ayrı konulara değinen yazar aslında insan, hayvan ve doğa sevgisini harmanlıyor her kitabında.

Deniz adlı bir kız çocuğunun dolabına yerleşen Toni dünyayı dolaşan bilge ve sevimli bir tilki. Gittiği yerlerde kurduğu dostluklar, yeni yerler keşfetme merakını da besliyor. Çocuklarla konuşuyor ve onlarla sohbet etmeyi seviyor. Onlara zaman zaman duyguları konusunda yardımcı oluyor. Deniz de evdeki ablası Güneş ve küçük kardeşi Toprak ile aslında mutlu bir yaşam sürüyor. Anneleri tarih öğretmeni ve babaları müze müdürü olan çocuklar kısa süre içinde Tilki Toni ile dost oluyorlar.

Arkadaşlık Puding Gibidir adlı ilk kitapta, Deniz okulda yaşadığı bazı sorunları dostu Tilki Toni ile çözüyor. Bu bölümü okurken çocukların dünyasının o yalın ve güzel halini düşündüm. Deniz aslında son derece duyarlı bir çocuk ama bazen istenmeyen olaylar içinde bulabiliyor kendisini. Örneğin çok sevdiği arkadaşı Selim sırf gözlük taktığı için kendisiyle dalga geçiyor ve Deniz mutsuz hissediyor. Çocuklar açık ve net davranırlar ve bazen maalesef acımasız da olabilirler. İşte öyle bir durum Deniz’inki. Neyse ki Tilki Toni’nin küçük dokunuşları çocukların birbirlerini anlamalarını sağlıyor ve olay puding gibi tatlı bir arkadaşlığa bırakıyor yerini. Ebeveynlerin de galiba çocuklarıyla konuşurken çocuklarının olayı anlamalarını sağlamaları ve geri çekilmeleri gerekiyor. Onlar adına çözülen her sorunda çocukları daha da köreltiyoruz. Tilki Toni vasıtasıyla sadece küçük dokunuşların kıymetini fark ediyoruz. Bazen bir söz, bazen bir hatırlatma veya olayı farklı noktadan görmeyi sağlayacak bir ipucu.

Yazının Devamı

Dağ Kaşındı!

Dağ hiç kaşınır mı demeyin. Kaşınıyor işte. Hem de insanlar onun derisini soydukları, ağzına girip dişlerini söktükleri ve heykel yaptıkları için, dahası üzerine asfalt döküp yol yaptıkları için. Kısacası insanlar kendisine zarar verdiği için huzursuz oluyor ve kaşınıyor. Bu hafta kütüphaneden aldığımız kitap bir dağın hikayesinden anlatıyor insanın doğaya nasıl zarar verdiğini. Tudem Yayınları’ndan çıkan kitabın yazarı Simla Sunay ve resimleyeni Serap Deliorman.

Küçük bir kızın “Kaçar” adındaki keçisinin kaçması ve dağa gitmesi ile başlayan hikayede dağ konuşmaya başlıyor. Kendince insanların yaptıklarından dem vuruyor ve küçük kızın şaşkınlığına rağmen onunla konuşmaya devam ediyor dağ. Bir penceresi denize, diğeri dağa bakan bu köyde insanlar dağa zarar verip onu anlamamaya devam ediyor. Küçük kızın dağ ile konuşması köy halkı arasında anında yayılıyor ve merakla rivayetler üretiliyor. Deprem bölgesinde olan köy halkı gerçek olana ulaşmak yerine basit ve kolay olana yöneliyor. Rivayetler ve kulaktan dolma hikayelerle kendilerince dağın sorununu çözüyorlar ama kendilerini de kötü olaylara hazırlıyorlar aslında. Nasıl mı? Örneğin dağın sırtlarındaki tüm ağaçları kesip güya dağın kaşınma sorununu gideriyorlar ama yağmurlar yağmaya başlayınca olanlar oluyor. Tüm köy çamur ve su altında kalıyor. Elbette dağın sorunu da çözülmek yerine katlanıyor.

Asfaltlar döşenen, ağaçları kesilen, madencilerin, mermercilerin derisini soydukları dağ ölüme mahkum ediliyor aslında. Bunu farklı bir şekilde dillendiren de köye gelen bir dağcı. Önce insanlara ve mahrumiyetlerine bakıyor, sonra da olanları dinliyor. Dağ ile konuşmak için tırmanışa geçiyor ve döndüğünde dağın ölmeye başladığını ama köy halkına vasiyeti olduğunu söylüyor. Vasiyetinde de köy halkını denizle buluşturuyor aslında dağcı ve dağ. Ayrıca dağa yeniden hayat veriliyor bir başka taraftan da. Meyve, sebze, çiçek, ağaç dikilen dağ bir süre sonra oldukça güzel bir hale dönüyor. Resimler de bize o güzel manzarayı sunuyor elbette. Doğaya iyi davranılırsa onun kat ve kat olumlu karşılık verdiğinin resimleri bunlar.

Yazının Devamı

Komik Şiirler

İşte yine bir şiir kitabı elimde. Üstelik çocuklar için yazılan şiirlerle dolu bir kitap. Yazarı Mavisel Yener ile görüştüğümde kendisine de söylemiştim “bana renk skalasını çağrıştırıyor bu kadın.” Hala aynı fikirdeyim. Çizimleri kadar şiirleri de o renkleri çoğaltıyor hayalimizde ve hayatımızda. Ne güzel iştir değil mi çocuklara şiir yazmak.

Elimdeki kitap sadece bu kadarla sınırlı değil, yazarından bizim küçük cadıya hediye edilen ve iç kapağında çizimle sözün birbirini tamamladığı bir not ile geldi bize. Kitabı dün akşam okudum küçük cadıya. Göz kapakları kapanıyor sandığım anda “Anne devam et, bırakma” deyip her defasında yanılttı beni. Sonuna kadar okuduk böylece her şiiri. Sonra da sabah kalkıp birbirimize şiirler seslendirdik doğaçlama. Kitaptaki şiirler çocuklar için yazılınca ve hele de Mavisel Yener’in elinden çıkınca sözler kadar resimler de dikkat çekiyor ve güldürüyordu. Çizimler bu sefer sadece siyah beyazdı ama şiirlerle sanki rengarenk bir hale bürünüyordu. Bazen süt dişleri, bazen rüyalar, bazen dedeler bazen de ödevler konu oluyor şiirlere. Kısacası bir çocuğun hayatında olabilecek hemen her konu şiire, şiirde yaşama bulaşmış durumda. Hem de mizahla beraber geliyor sözler.

Kitap sadece şiirler değil aynı zamanda bazı dilek ve istekleriyle de bu sefer içimize dokunuyor. Onlardan bir tanesi aynen şöyle:

Yazının Devamı

Anlaşmak ve Anlaşamamak-Çıtır Çıtır Felsefe

Çıtır Çıtır Felsefe serisini bir başka yazıda zaten yazmıştım. O yazıda söylediklerim baki kalacak şekilde elime geçen ve serinin yeni kitabı olan Anlaşmak ve Anlaşamamak ayrıca bir yazıyı hak ediyor sanki. Elbette diğerlerinin değerinden azaltmadan. Her bir kitap ayrı ayrı bile yazıyı hak ediyor. Bunu da mutlaka ekliyorum. Sanırım sadece bu kitabı sonradan elime aldığımda ve okuduğumda çocuklardan çok büyüklerin okumasını istediğimdendir yazıyor olmam. O kadar zamanımıza ve içimize uygun diye düşündüm ki her sayfasında. Nasıl elzem bir bilseniz her satırın ifade ettikleri. Ah ah, keşke önce tüm büyükler okusa ve içselleştirse yazılanları da sonra çocukları için adım atsa.

Çok klasik olacak ve olsun da; “geldik gidiyoruz” ama hala anlaşmak ne demektir, anlaşamamak neden olur farkında değiliz. Felsefe yapmanın önemi nedir bilmiyor olabilirsiniz ama yokluğunda cehennem çukurunda kaldığımızı hissedeceksiniz. Düşünmenin ortadan kaldırılmasıdır aslında felsefeden mahrum kalmak. Belki de sırf bu yüzden eğitimde niteliksel açıdan daha zengin içerikle felsefe derslerinin arttırılması gerekiyor. Kendinden farklı olanı anlamayı bırak, kişinin kendisini ve hayatı anlayıp anlamlandırması için de son derece önemli bence. Başkasının aklıyla değil de kendi kafatasının içindekilerle uğraşmayan insanların emanet akılla yola çıktıkları bir dünyanın karanlığında debelenirken meğer nasıl da kıymetliymiş kitaplarda yazılanlar. Yazıldığı haliyle kalmadıkları ve önce öğretenler, sonra da öğrenenlerce içselleştirilmesi şartıyla ama. Yani doğruyu söylemek değil de doğruyu yaşama biçimi haline getirdiğimizde belki de daha yaşanabilir bir dünyada olacağız. Günışığı Kitaplığı öylesine kıymetli bir emek veriyor ki geleceğe, bir fideyi ekmenin önemiyle ölçülebilir belki de. Umarım o fide tutar ve kocaman bir ağaca dönüşür. Yine umarım ki; o fideler çoğalır ve bir ormanda yaşayan canlıların curcunasına bırakır hayatlarımızı. Umarım o fideler kırılmaz ve umut olur hepimize ayrı ayrı. Brigitte Labbe imzalı serinin resimleyeni Jacques Azam. Türkçe’ye sevgili Azade Aslan tarafından çevriliyor kitaplar.

İlk sayfalardan itibaren öylesine güzel bir anlatımla karşılaşıyorum ki hemen alıntı yapmak istiyorum. Piyanist, şarkıcı, gitarist ve diğer müzik grubu üyeleri arasındaki bir anlaşmazlık ortamına değinen yazar, şu sözlerle bizi kendimize getiriyor: “Her biri kendi seçiminde ısrar ederse ne olacak? Her biri, tıpkı kimsenin giremediği, kapıları sıkı sıkı kilitli bir evdeymiş gibi, kendini düşüncesine hapsederse ne olacak? Hiçbir şey. Hiçbir şey olamayacak: ne müzik, ne de konser!” Tam da bu satırları yazarken bir yandan da müzik dinliyorum kısık bir sesle. Yani müziğin olmama halini hiç hoş bulamadım. Dolayısıyla kitapta anlatılmak istenen de bir başka açıdan ayrıca anlamlı geliyor bana. Yalnız tekrar ve önemle üzerinde durmak istiyorum ki, lütfen ama lütfen her yaş grubundan insanlar ve özellikle de büyükler okusunlar bu seriyi. Yapamadıklarını çocuklarına yaptırmak istemeyeceklerdir belki de böylece. Ya da bir başka ifade ile kendileri yanlışı yapıp, doğruyu yapmadıkları için çocuklarını acımasızca eleştirmekten vazgeçeceklerdir belki de. Dolayısıyla madem felsefe konusunda gerideyiz; en azından ben öyle düşünüyorum, o zaman önce büyükler okusun bu kitapları.

Yazının Devamı

Yaramaz Fareler

Helga Bansch en sevdiğim yazarlardan. Adını unutsam çizimlerini unutmadıklarımdan. Elimdeki kitap için de aynı şey oldu. Yazarın adı tanıdık geldi ama çıkaramadım kim olduğunu. Ama ilk sayfalardan itibaren “Aaaa Bayan Börek İle Köpeği Çörek’in çizeri ve yazarı bu kadın” dedim kendi kendime. Hatta sadece kendi kendime değil, yanımdaki küçük cadıya da “Bak hatırladın mı? Bayan Börek İle Köpeği Çörek’teki çizimler” dedim. Beraberce hatırladık o güzel çizimleri tekrar. Ayrıca belirtmem gerekiyor çok sevdim ben o kitabı. Bu yazıya konu olan kitap da işte Helga Bansch’a ait yine. Türkçe’ye Dürrin Tunç tarafından çevrilen ve Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan kitap oldukça kıymetli.

Hayatın içindeki sorunları ve sorun olarak gösterilenleri öylesine güzel ve uysal bir şekilde yok ediyor ki yazar; ara ara çıkarıp okuyoruz kitaplarını. Sevgi ve hoşgörü teması tüm yazılarda gösteriyor kendisini. Bayan Börek ve Köpeği Çörek üzerine yazmıştım keyifle. Sonra durmadık ve o kitabın kapak resmini oyun hamuru ile resimledik küçük cadımla. Bu kitabı da, en az onun kadar dinlendiriyor insanı. İnsan olmanın erdemleri üzerine olumlamalar yapılır ya, işte Helga o olumlamalara çağırıyor bizi; hem de en ince sesiyle. Çizimleri, sözleri ve kahramanlarıyla çağırıyor bizleri o olumlamalara. Sadece yaşama ve canlılara saygı var bu kitaplarda. İşte sırf o “sadece” dediğim kısım için bile defalarca okunmaya değer bu kitaplar.

Yaramaz Fareler adlı kitabın hikayesi oldukça tanıdık aslında. Yani, hayatımızın bir anında karşı karşıya kalabileceğimiz bir konu önümüze geliyor kitapla. Evinde fareler olan bir kadının onlarca mücadelesi konu alınıyor. Ne yaparsa yapsın farelerle baş edemiyor ve evdeki tüm yiyecekler sırayla istila ediliyor farelerce. Küçük bir kedisi olan kadın çareyi evi terk etmekle bulacağını düşünüyor. Topluyor tasını tarağını, bir de kedisini ve bir apartman dairesine taşınıyor. Ancak gittiği yerde eski evindeki telaşlar olmasa da hayatta bir şeylerin eksildiğini de görüyor kadın. Bakıyor ki her yerin beton ve asfalta terk edildiği bu şehir hayatında eksikler daha da fazlalaşıyor. Örneğin eski evindeki bahçesi, elma ağacı ve evini bölüşmek zorunda kaldığı canlılar yok. Kuşların cıvıltılarını duyamadığı ama oldukça kalabalıkla baş başa kaldığı bu yeni yaşamına pek alışamıyor Gülsen hanım.

Yazının Devamı

Gizemli Mona Lisa

Adı kadar kapağındaki çizimle de dikkat çeken “Gizemli Mona Lisa” kitabı Evrensel Çocuk Kitaplığı’ndan çıkmış. Tevfik Taş’ın yazıp, Sahar Bardaie’nin çizimlerini yaptığı kitap oldukça keyifli bir okuma sağlıyor.

Kitap, Paris’te yaşayan İpek’in, arkadaşı Dora’ya 8. yaş doğum günü hediyesi olarak gönderdiği, üzerinde bir kadın resmi olan takı kutusu ile başlıyor. Kadının resmi Mona Lisa’nın elbette. İpek bir de not bırakıyor arkadaşına. Hem onun doğum gününü kutluyor hem de herkesin sorduğu soruyu Dora’ya yöneltiyor; Mona Lisa gülüyor mu, yoksa düşünüyor mu? Aslına bakarsanız sekiz yaşına giren bir çocuğa bu konuyu açmak ve soruyu tartışmak bile oldukça güzel bir adım bence. Üstelik hediye olarak verdiğiniz şeyin sevdiğiniz kişiyi yeni bilgi ve meraklara sürüklemesi de öyle. Sadece bilgi ve merak değil, bir konuyu tartışmaya/konuşmaya/sohbete açması da bence oldukça kıymetli. İpek de bunu yapıyor işte.

Dora baktığı resme dalıp hayal alemine girerken biz de onunla beraber bu keyifli yolculuğa çıkıyoruz. Kendisine Azteklerin Sanat Tanrısı Hoşipilli eşlik ediyor ve arkadaşı Demir Ayak. Böylece Dora ve biz kendimizi Mona Lisa tablosunun karşısında buluyoruz. Sanatsever çocukları gezdiren Hoşipilli sadece çocukları değil, onlara kitap okuyan büyüklerini de gezdiriyor farkında olmadan. Louvre Müzesi’ne gidiyoruz biz de yazar ve çizerin isteği ile böylece. Sonra da Dora ve Mona Lisa’nın sohbetine dahil oluyoruz. Elbette sadece sohbetleri değil, aynı zamanda tablonun kendisi ve ressam hakkında da bilgi alıyoruz. Dora merak ettiği her şeyi soruyor Mona Lisa’ya. Farkında mısınız bilmiyorum ama bir kitap üzerine yazarken dayanamayıp tüm detaylara giriyorum. Aynen şu an yaptığım gibi. Bunda bana iyi geleni paylaşma isteği baskın çıkıyor ama şimdi frenliyorum kendimi; çünkü alıp tam da çocuklara okunası diye aklımdan geçirdiğim kitaplardan bir tanesi elimdeki kitap. Üstelik ben bunu çocuk kütüphanesinden aldım. Bunu da özellikle ekliyorum çünkü bu mekanların olması bile mutlu ediyor beni. Aynen çocuklara sanat ile ilgili bu keyifli hikayeyi oluşturanların varlığı gibi.

Yazının Devamı

eğlenceli matematik masalları

Bazı yazarları niyetlerinden dolayı saygıyla selamlıyorum. İşte onlardan bir tanesi de Greg Tang. Bugün kütüphaneden aldığım kitaba biraz mesafeliydim açıkçası ilk başta. Çünkü kişisel gelişim, zeka gelişimi gibi kelimeleri ve sunduğu şeyleri açıkçası pek sevemedim önceden beri. Bu kitabın kapağında da “Zeka Geliştirici Sayma İşlemleri” yazısını görünce bir an duraladım. Ancak yine de bu satırları yazıyorum çünkü kitabın en arka sayfasında yazarın cümleleri ve niyeti kadar resimler ve anlatılanlar da oldukça güzel. Edebiyatın neresindedir sorusu ise beni aşar. Sadece şunu söyleyebilirim, niyeti zaten belli ve bunu gerçekleştirmek için ustalıklı bir yol izliyor yazar. Niyeti okul öncesi grupta yer alan çocuklara matematiği sevdirmek. Açıkçası bence (sadece bir okur olarak söylüyorum) yazarlık süreci de bu yaş grubu için (3-6 yaş aralığı diye belirtilmiş) oldukça iyi. Doruk Yayınları’ndan çıkan kitabın en az yazarı kadar kitaba değer katan çizeri de Heather Cahoon. Türkçe’ye Nihan Somay tarafından çevrilen kitap aslında bir serinin kitabı. Bu seri de Doç. Dr. Enis Sırıksaran editörlüğünde elimize ulaşıyor.

Aklıma Toprak Işık’ı getirdi bu kitap, sadece hedef kitlesi farklı yazarların. Işık’ın hitap ettiği kesim ilköğretim düzeyinde. Elimdeki kitabın yazarı ise oldukça küçük bir yaş grubuna matematiği sevdirme niyetiyle yola çıkıyor. Oldukça zor bir işi oldukça sevimli bir kanalla gerçekleştirmeye çalışıyor. Toprak Işık da benzer bir kaygı ile seri hazırlamış ve romanlarına sayısal bilgilerdeki konuları serpmişti. Dolayısıyla bana göre hedefledikleri gruplar ve hitap şekilleri de buna bağlı olarak farklı olsa da Greg Tang’ın Türkiye temsilcisi sadece Toprak Işık olabilir.

Geliyorum kitaba. Öncelikle çizimlerinin oldukça güzel, sıcak ve renkli olduğunu belirtmem gerekiyor. Ayrıca sayılarla tanışan küçük adam ve kadınlar için oldukça da çekici hikayeler oluşturulmuş her bir rakam için. Birden ona kadar olan rakamlarla ilgili oluşturulan hikayelerde birden başlayarak sırasıyla, örümcek, kuş, kaplumbağa, sincap, rakun, su samuru, kelebek, yengeç, karınca ve kunduzların hikayelerine yer veriliyor. Bir örümcekle başlayan kitap, on kunduzun inşaat mühendisi olduğuna dair okuduğumuz hikayeyle sona eriyor. Oluşturulan hikayeler de paylaşmak, işbirliği, dayanışma, planlı olmak gibi temalar etrafında dönüyor. Dolayısıyla niyetini bir yana bıraksak bile hikayeler kendi içinde değerli.

Yazının Devamı

Akıllı Tilkinin Masalı

Elimdeki bir kitaptan ziyade sevgi yumağı sanki. Öyle bir yumak ki çözmek istemiyorsunuz. Hem sonra bunca olumsuzluk yaşanırken hayatta neden bir sevgi yumağının içimizi ısıtmasına izin vermeyelim ki? İş Bankası Kültür Yayınları tarafından basımı yapılan Akıllı Tilkinin Masalı’nın yazarı Debi Gliori. Nevin Avan Özdemir’in Türkçe’ye çevirdiği kitabın çizimleri de yine yazara ait. En sevdiklerimdendir yazar ve çizeri aynı olanlar. Sözden sıkılınca çizime koşarlar çünkü. Çizimden bıkınca da diğerinde soluk alırlar. Biz de okur olarak anlamayız aradaki farkı. Bazen kulağımıza, bazen gözümüze bırakırız nöbeti. Arada hayal dünyamız da elbette farklı yerlere çeker bizi.

Kitabı okurken bir yanıyla elbette tüm canlılar alemindeki anneleri düşündüm ama bir yanıyla da insanları tüm kusurlarına rağmen affedebilenleri. Bazıları anne-baba olmasalar da ve karşılarında kendi çocukları olmasa da yaşama başka bir yanından bakabiliyor. Affedici, bağışlayıcı ve hata örten olabiliyor ya, işte öyle insanlar geldi aklıma. Zor bulunur derken bile içinde yaşadığımız dünyada birbirinin kuyusunu kazan, iftira ve yalanla hayatlarını mahveden ve yalanı rağbet görenler de geldi aklıma. İşte belki de sırf bu yüzden birinci grupta yer alanlar, yani bir insanı her haliyle kabul edip sevebilenler özel ve güzel insanlar. Herkesin yapabileceği şey değil hataları yok edip, olumlu yönleri görmeye çabalamak. İşte bizim kitabımıza konu olan da böyle sorular etrafında dönen bir küçük yavru tilki. Her haliyle kendisini seven ve yanında olacağını söyleyen annesine türlü sorular soruyor. Yaramaz olduğunu düşünen ve başka başka kişiler olsa da yine sevilip sevilmeyeceğini sorgulayan bu küçük yavru, tıpkı küçük canlılar gibi sadece sevgiye ihtiyaç halinde. Annesi de onun beklediği güveni veriyor küçük tilkiciğine.

Kitapta bir nokta özellikle önemli ve dikkat çekiciydi benim için. O da yavru tilkinin annesine dönüp “Peki başka yerlere gittiğim zaman, beni yine sevecek misin?” sözleri oldu. Anne tilki yavrusunu kucağına alıp ona yıldızları gösteriyor ve sevginin de yıldızların ışıkları gibi hep parladıklarını söylüyor. Bu kısım bence özel ve güzel bir anlatımdı. Ayrıca yavru tilki sevginin ne demek olduğu, insanı yorup yormadığı, tamir edilip edilmediği şeklindeki sorularını yönlendirdiğinde annesi “Ah yavrucuğum, ben her şeyi bilmiyorum” şeklinde kıymetli bir yanıt veriyor. Kıymeti sahiden bilmediğini yavrusuna itiraf etmesi bence. Etrafınıza bakın bakalım gerçekten bilmediği konularda konuşan ve yorum yapan ne çok kişi var. Sizce de bilmediğini açıkça söyleyen anne tilki bu açıdan bakıldığında kıymetli bir cümle sarfetmiş olmuyor mu?

Yazının Devamı

Bekçi Amos’un Hastalandığı Gün

Minik bir fare, bir penguen, kocaman bir fil ve Bekçi Amos’un kağıt oynadığı bir kapak fotoğrafı ile başlayan bir kitap elimdeki. Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan, Philip C. Stead tarafından yazılan kitabın çizimleri Erin E. Stead’e ait. Resimler çoğu zaman kelimelerin yerine geçiyor ve tam anlamıyla sıcacık bir etki bırakıyor okuyan/izleyende. Türkçeye Esin Uslu tarafından çevrilen kitap oldukça güzel bir hikayeyi anlatıyor.

Bekçi Amos hayvanat bahçesinde görevli bir adam. İşleri ne kadar yoğun olursa olsun o yine de dostlarını ihmal etmiyor. Dostları da harika canlılar. Baykuş, penguen, fil, kaplumbağa alerjisi olan ve burnu sürekli akan gergedan bunlardan bazıları. Her birinin kendine göre özellikleri var ve Bekçi Amos bunları bilerek davranıyor. Örneğin utangaç penguenin yanında sadece onun gibi oturuyor. Ya da fil satranç oynarken hamle yapması için uzun uzun bekliyor. Ya da kaplumbağa ile yarışa girdiğinde her defasında onun kazanmasına izin veriyor. Geceleri karanlıktan korkan baykuş için masal okuyor mesela Bekçi Amos. Ya da her defasında burnu akan gergedan için mendilini hazır bulunduruyor. Kısacası dostluğun hakkını ziyadesiyle yerine getiriyor. Hayvanat bahçesindeki dostları da onunla vakit geçirmekten son derece mutlular.

Bir gün Bekçi Amos hastalanıyor ve işte hikayenin en güzel kısmı da burada başlıyor. Her gün kendilerini ziyaret eden ve vakit geçiren Amos gelmeyince hayvanlar da huzursuzlanıyor. Uzun bir süre bekledikten sonra hazırlanıp yola koyuluyorlar. Tüm dostları yanına gelince hem mutlu, hem de şaşkın olan Bekçi Amos bir an bocalasa da, kısa sürede hepsi için orta bir yol buluyor ve günü güzel geçiriyorlar. Rutin yapılan işler tersine dönüyor ve bu kez hayvan dostları bakıyor Bekçi Amos’a.

Yazının Devamı

Mitolojinin en güzel hikayeleri

Bazı kişiler göçüp gittiğinde bile arkalarında kendilerini yaşatacak güzel işler bırakıyor. Onlardan birisi de Kazım Özdoğan. Birebir tanımadım elbette kendisini ama “Mitolojinin en güzel hikayeleri” adlı kitabın son sayfasında yer alan “Eylül 2015’te aramızdan ayrılmadan önce tamamladığı son çevirisi elinizde tuttuğunuz bu mitoloji kitabıdır” notu bile bu kitap okundukça yaşayacağını gösteriyor. Çevirisini yapıyor Kazım Özdoğan ve onun aracılığıyla Türkçeye kazandırılıyor bu harika kitap. Dimiter Inkiow’un yeniden anlatımıyla ve Wilfried Gebhard’ın harika çizimleriyle bütünleşen kitap Gergedan Yayınları tarafından basılıyor.

Öncelikle kitabı elime aldığımda böylesine heyecanla kendimi kaptıracağımı düşünememiştim. İlk sayfalardan itibaren anlatılanlar bir anda beni de içine aldı sanki. Ne güzel bir iş yapmış Dimitri Inkiow, ne güzel bir iş yapmış da resimlerle çocuklara görünür kılmış yaşananları çizeri ve ne iyi yapılmış da Türkçeye kazandırılmış bu harika kitap.

Bazen gündelik hayatın içinde bazı şeyleri çok fark edemeyiz de aniden bir şey aracı olur farkındalığımızın artmasına, işte bu kitap da öyle bir şeye sebep oldu. Eski Yunan Tanrılarının Dünyasına bizi de götüren kitap mitoloji ile ilgili ihmalkarlığımı/ihmalkarlığımızı bir kez daha yüzüme/yüzümüze vurdu aslında. Aynen felsefede olduğu gibi. Aslında nasıl da hayatı beslediği, ruhumuza iyi geldiği, hayal dünyamızı genişlettiği bir yana, neden biz bunları eğitim sisteminde daha fazla göremiyoruz diye de hayıflandım. Mitoloji dersi olsaydı mesela ilköğretimde. Bir öğretmenimiz gelip de bize Zeus’u, Afrodit’i, Aşil’i, Eros’u ve diğerlerini anlatsaydı. Anlatırken bizi de o dünyaya çekseydi/çekebilseydi. Kendi öğrenciliğimde yoktu bunlar. Belki bugün yaşadıklarımız da aslında bizim felsefe, mitoloji, psikoloji, sosyoloji, edebiyattan; kısacası sosyal bilimlerden bunca uzak kalmamızdandır. İnsanlık tarihine dair ne varsa görerek büyütebilseydik çocukları, belki tarih bu kadar da tekerrür etmezdi. Kötü olan yok olmaya mahkum ya, o zaman iyi olana gidelim derdik belki de; derdi belki de bugünün kötülüğünü yaşatanlar. Savaşlar mesela, Truva Savaşları örneğin, nasıl da anlamsız geliyor okuyunca, ama işte tam da bugün başka amaçlar için benzer sahneler yaşanıyor çeşitli coğrafyalarda. Belki diyorum şiddet sarmalından çıkabilirdik, insanlığa mal olanları anlatma çabasında olsaydık. Örneğin bir kaplumbağanın kabuğundan yedi telli bir müzik aleti yapan Hermes’in hikayesini okuduğumuzda belki de dünyanın ilk lirik adlı müzik aletinin de doğuşunu izlerdik. Ya da Apollon’dan intikam almak isteyen Eros’un sebep olduğu olaylar sonrasında Defne ağacına dönüşen Dafne adlı masum su perisinin hikayesini dinleseydik, belki sözlerimizde daha dikkatli olurduk. Ne diyordu Zeus, yaşananları öğrendikten sonra Apollon’a “Söz, dayak yemekten daha derin yaralayabilir birini ve Eros çok hassas biridir sevgili oğlum!” Okuduktan sonra tekrar durup düşündüm üzerine ve sonra bugüne geldim yine. Sadece şort giydiği için kamusal alanda, bir otobüsün içinde şiddet maruz kalan bir kadının görüntüleri döndü mesela uzun uzun geride kalan haftada. Bu görüntüleri bilerek izlemedim, buna sebep olanlar kadar, bunu yapanı cesaretlendirenleri de düşündüm elbette. Ama ne yalan söyleyeyim en çok da bu şiddeti yapan hastalıklı adamın babasının ortaya çıkıp “Ama o da çok kısa şort giymiş” demesi rahatsız etti beni. Söz yaraladı, yaralıyor. Bir evlat yetiştiren ve öyle ya da böyle emek sarf ettiği varsayılan bir babanın bu sözleriyle, sorunun ne kadar derin ve hastalıklı olduğunu gördük aslında. Bu kişilerin en uygun şekillerde cezalandırılmamaları veya iyi hal indirimine uğramalarının da toplumsal sorunları derinleştireceğini biliyorum ve bir kez daha çocuklarımız için umuyorum ki gereken cezayı alsınlar ve bu ceza topluma örnek olsun. Bunun sorunu tek başına çözemeyeceğini biliyorum ve biraz da bu nedenle yazıyorum. Hani belki aldığı eğitimin bir yanında mitolojiye değinen, psikolojiden bahseden, insan haklarından dem vuran kişiler çıkarsa karşılarına belki böylesi söz sarf eden babalara rağmen başka türlü bir yaşamın varlığını görebilirler o şiddete başvuranlar.

Yazının Devamı

Bitlerimi geri verin!

Bazı kadınlara yaptıkları işlerden dolayı saygı duyuyorum. Onlardan bir tanesi de Azade Aslan. Hem Çıtır Çıtır Felsefe serisini Türkçe’ye çevirdi, hem de şimdi elimde olan “bitlerimi geri verin!” kitabını. Sökülmüş çorabı ilmek ilmek örmek gibi bir iş bu. Çevirmenlik deyince aklımda sadece bu canlanıyor. Çevirmenleri kamera arkası çalışanlara da benzetiyorum. Sanki işin tamamına yakınını üstlenip oldukça mütevazi bir şekilde geride duruyorlar. Onlar olmasa kamera önündekiler de olmaz aslında. Bu anlamda hem çevirmenler, hem de kamera arkası çalışanlar bence ödüllendirilmeli. Çalışma koşulları iyileştirilmeli tamamen. Düşünsenize başka bir dildeki kitabı okuyorsunuz, sonra onu kendi dilinize çeviriyorsunuz. Aynı tadı vermek için de eminim bir kelime üzerinde dakikalarını, bazen saatlerini harcıyordur o çevirmenler. Neyse ben konudan dağıldım Azade hanımı ve yaptığı işi düşünürken; hemen fabrika ayarlarıma dönüyorum.

Gün Işığı Kitaplığı’nın “bitlerimi geri verin!” kitabı Pierre Elie Ferrier’in kaleminden çıkmış ve resimleyeni de aynı kişi. En sevdiklerimden; hem yazıp hem çizenler. Kitabın başındaki ünlem işareti bir çocuğun çığlığı aslında. Bangır bangır bağırıyor o çocuk üstelik, belki de tüm yaşıtları adına. Anne babası çalıştığı için istediği gibi çocukluğunu yaşayamayan ve evin içine hapsolan bir çocuğun çığlığı bu. Hayatın getirdiği güçlükler karşısında çalışma hayatının içinde kendilerine bile yabancılaşan ve üstüne çocuk büyütmenin zorluklarıyla uğraşan anne babası oğulları Anton’un yalnızlığını fark edemiyorlar. Ya da fark edecek zamanları bile yok. Anton bilgisayar başında zamanını tüketirken aslında çocukluğunu da tüketenlerden. Maalesef ağaçlara tırmanır denilen çocukların günümüzdeki durumuna ayna tutuyor aslında yazar. Bina içlerinde büyümeye hapsedilen çocuklara acıyorum, bir de üstüne bilgisayarlara hapsedilenlere. İçimden hep; mutlaka başka bir yolu olmalı diye geçiyor bu iki tabloda da. Bu düşüncede anne babaların yaşam zorluklarını göremediğim fikri uyanmasın, illa ki onları aşan sorunlar var. Belki de ülke gündemine yerleşmeli çocukların temel hakları yeniden.

Anton’a geri dönersek; bir gün bir bit buluyor kafasında küçük kahramanımız. Bulduğuna da seviniyor. Bu yazıyı yazan ben dahil olmak üzere ilkokul çağında bitlenmemiş kimse yoktur herhalde. Ay ne çok ağlamıştım o gün. Şimdi bakınca geriye sadece gülüyorum. İlkokul öğretmeni arkadaşlarım da öğrencilerden gelen bitleri eve taşırken yaşadıkları zorlukları anlatırdı. Onlara da gülerdim. Neyse Anton bir anda yalnızlığını delen bu davetsiz misafirleri pek seviyor, sahipleniyor. Hayır bitlere işimiz düşene kadar en azından eve bir canlı alınsaydı diye geçiyor içimden. Neyse bitler hızla artıyor ve Anton’un neşesi katlanıyor. Ona hem meşgale hem de arkadaş çıkıyor bitler sayesinde.

Yazının Devamı

Gökdelene giren bulut

Bazı kitapları sadece konularından ötürü seviyorum. Elimdeki kitap da böyle. Gerçi sevdiğim kadar hüzünlendirdi de. Behiç Ak’ın Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan kitabı biz büyüklerin sorumsuzluğunu çocuklara anlatma telaşı bir yanıyla da.

Çok fazla şey geçiyor zihnimden. Özellikle büyük şehirlerde bir gram yeşile, oyun alanına ve doğaya hasret çocukların varlığı üzüyor en çok da. İstanbul en başta gidenlerden bir tanesi. Habire gökdelenlerin yükseldiği şehirde büyüyen çoğu çocuk için bisiklete binmek, oyun oynamak, paten sürmek, yürüyüş yapmak neredeyse imkansız. Aileleri zengin olanların çocuklukları fakirlikle geçiyor aslına bakarsanız. Çok yüksek fiyatlarla satın alınan bu devasa yapılarda büyüyen çocuklar için bir bakıma sanal bir gerçeklik yaratılıyor ve kendi küçük dünyalarında yaşamaları bekleniyor. Çocukluğumdan beri İstanbul’a sıkça gidip gelen birisi olarak bu şehirde çocuk büyütenlerin zorluklarına birebir şahit oluyorum.

Behiç Ak yine oldukça önemli ve dikkat gerektiren bir konuya yani çocuklar için kaybolan mekanlara dikkat çekiyor. Bazı insanların kaygılarını seviyorum. Onlar çocuklar için gerekli ve önemli olanı biliyorlar. Neyin olmaması gerektiğini de. İster istemez bu bilinç kalemlerine, çizimlerine, sözlerine yansıyor. Keşke yerel yöneticiler kadar tüm siyasi karar vericiler de bu sesi, çizimi, sözü duysa/duyabilse. Elbette çok güzel örnekler var. Mesela Eskişehir örneği var elimizde. Ama bunun yanında beton yığınları arasında yaşamını geçiren, en önemlisi çocukluğunu tüketenler var. Tüketenler diyorum çünkü ağacın dalına çıkmadan, rahatça bisiklet sürmeden, istediği gibi top oynamadan, paten sürmeden geçen bir çocukluk. Betonların içinde, gökdelenlerin tepesinde büyüyen çocuklar. Sokağa çıktıklarında nasıl davranacaklarını bilemeyen çocuklar…

Yazının Devamı

İstanbul’da Harika Bir Gün

Elimdeki kitabı kütüphaneden eve getirmemin en temel nedeni bir grup çocuğun içinde yaşadıkları şehri başka ülkeden gelen arkadaşlarına tanıtırken yanlarına aldıklarını gösteren görsellerdir. Kitaba tam da buradan yakalandım. Emir, Ela ve Ali isimli üç çocuk İstanbul’a gelen arkadaşları Wendy ve Kim’e İstanbul’u tanıtmaya hazırlanıyorlar kitabın ilk sayfalarında. Duygu İçil’in kaleminden çıkan kitabın resimlerini Ceylin Saral yapmış. Altın Kitaplar tarafından basımı yapılan kitap oldukça güzel temaları konu edinmiş.

Öncelikle sayfaları gezerken aklıma hemen ilköğretim çağındaki çocukların yaşadıkları şehri ve ülkeyi ne kadar tanıdıkları ve ne derece deneyimleyebildikleri soruları geldi. Bunun yanında biz büyüklerin de bu tür bir algıyı oluşturmada nasıl bir rol oynadığımızı düşündüm. Örneğin bu yazıyı okuyan herkes kendi açısından düşünse bu süreci acaba neler çıkar karşımıza? Tarihi yerleri ne kadar biliyoruz? Hangi mekanları deneyimleyebildik? Bulunduğumuz şehirde müze var mı? Varsa ziyaret ettik mi? Ettiysek oraya dair zihnimizde ne kaldı? Çocuğumuz varsa ona bu deneyimi edindirdik mi? Bu soruların hemen ardından aklıma çocuklar için müzeyi eğlence, oyun ve eğitim alanına çeviren Mardin Müze Müdürü Nihat Erdoğan geldi. O gelince de azıcık içime su serpildi yeniden. Lütfen en azından neler yaptığını görmek için ilgili müzenin resmi sitesini ziyaret edin.

Gelelim kitabımıza, çocuklar arkadaşlarına şehri gezdirmek için hazırlık yapıyorlar. İlk satırlarda da söylediğim gibi yanlarına aldıkları şeyler çekti en başta beni. Bir beslenme çantası alıyor çocuklar yanlarına ve içinde tamamen doğal şeyler var. Elma, meyve suyu, sandviç görünüyor resimdeki çantada. Bu da bence oldukça güzel bir şey; hele de hazır gıdaların ne çeşit zararları barındırdığını düşününce. Diğeri, çocuklar yanlarına müze kartlarını alıyorlar. Müze kartı olmayan çocuklarımız adına rahatlıkla suçluluk duygusu yaşayabiliriz ve bu duygudan kendimi muaf tutmuyorum maalesef. Ancak bu duyguyu yok edeceğime dair de söz veriyorum buradan kendime. Bozuk para alıyorlar çocuklar yanlarına, şapka ve su da. Son olarak kedilerini de alıyorlar yanlarına ve başlıyorlar İstanbul’u gezmeye. Bizler de onlarla birlikte gezmeye başlıyoruz İstanbul’u.

Yazının Devamı

İçi sızlayan anneler

Aklıma onlarca şey geldi sabahtan beri. Anneler adına sarf edilen onca söz, onca ifade ve anlamdan başka, sadece acı ve içi sızlayan anneler kaldı bana. Çok mu dolduk son yıllarda, yoksa çok mu görür olduk bilmiyorum ama aklım sadece evladını kaybeden annelere gidiyor. Hem de öyle böyle gitmeler değil.

Hangisinden başlasak bilmiyorum ki; evladının şehit haberini almamak için evine doğru gelen askeri görünce komşusunun evine kaçan kadının sözleri döndü uzunca bir süre zihnimde. Akıl çok güzel oyun oynuyor insana ve bu örnek ona çok güzel bir örnek. Anne aslında o askerlerin neden geldiğini biliyor ve sanki komşusuna kaçtığında acı gerçek onu bulmayacak gibi anlık bir yanılsama yaşıyor. Çok sızlamıştı içim.

Bu güzel günde çok iç karartıcı şeyler yazma niyetinde değildim şu saate kadar ama başka şey yazmak da gelmedi içimden. Bir düğünden döndüm az önce eve. Saat şu an 00.30. Evladını büyütüp sevdiğine teslim eden iki anneyi izledim mesela. Sonra bu anı yaşayamayacak olan evladını kaybetmiş anneleri düşündüm ister istemez. O an tam da o an içim sızladı onların yerine. Maalesef çokça duyduk ya çocuk ölümlerini. Hele de öldürülen çocukların haberlerini duyduk sadece. Duymak içimize ve ruhumuza yara olarak kaldı ya; işte siz en eğlenceli anınızdayken aniden bir çağrışımla yakalayıveriyor mesela sizi.

Yazının Devamı

Balıkçı Osman

Oldukça yalın bir anlatıma bunca şeyi sığdıran çok güzel bir kitap Balıkçı Osman. Anne Hofmann’ın yazıp çizdiği ve Türkçeye Şeyda Öztürk tarafından çevrilen kitap Yapı Kredi Yayınları tarafından basılmış.

Aç kalan ve kendilerine balık vereceğini düşünene bir grup kuşun eşlik ettiği Balıkçı Osman pek de istenen şekilde davranmaz ilk zamanlar. Denize oltasını attığında oltasına bir sürü eski ve hurda şey çıkar. Kuşlar üzgünce sonuca bakarken Balıkçı Osman bunları özenle saklar. Bu kısmı bile çok keyifli. Kuşların balık tutmasına eşlik ettiği bir balıkçı. Nasıl da kulağa hoş geliyor değil mi?

Elbette Balıkçı Osman denizden çıkanları değerlendirir. Eğip büktüğü ve dönüştürdüğü bu şeyler insanlar tarafından ilgiyle karşılanır. Buraya kadar okuduğumda bir anlamda evrenin o klasik döngüsünü düşündüm aniden. Beğeniler, moda, eskiler, dönüşen eskinin yeni halini alması ve buna benzer çokça şey dolandı zihnimde. Zaten kitapta da insanların bu denizden çıkanlara ilgi duymasını herkesin kendine ait bir şeyler bulması ile açıklıyor yazar. Anılar, çağrışımlar ve daha fazlası ekleniyor aslında denizden çıkanlara. Bir anlamda belleğin somut halini dönüşüyor Balıkçı Osman’ın elinde.

Yazının Devamı

Kızıl Ağaç

Avustralyalı bir yazar olan Shaun Tan oldukça ilginç ve başarılı bir yazar. Üstelik sadece yazar değil illüstratör, yönetmen ve sanatçı. Yazarın bu yazıya konu olan kitabı Kızıl Ağaç Türkçeye Seda Ersavcı tarafından çevrilmiş. İthaki Yayınları tarafından basımı yapılan kitabın çizimleri de yine yazara ait.

Açıkça belirtmek gerekirse tarz ve çizimler bakımından ilk aşamada biraz farklı geldi kitap. Sanırım klasik olana veya çocuklar için yapılan çalışmalarda sıradanlaşan söylem ve çizimlere fazla alışmış olmamızdan kaynaklı bu biraz da. Bol ödüllü ve dünyada oldukça değer gören yazar ve kitabından bahsederken sıradan bir okur olarak da dahil oluyor sözlerime hislerim. Çocuklar için cıvıl cıvıl ve genelde pozitif bir dil kullanımına yatkın veya alışkın olan bizler için bu farklılık iyi de geldi. Maalesef gerçek hayat bizlerin onlara kurmaya çalıştığımız kadar steril ve olumlu değil.

Araştırmalar gösteriyor ki aileler çocukları konusunda ya çok otoriter ya da çok kontrolcü rol üstleniyor. Hatta geçtiğimiz hafta yayınlanan pek çok yazıda bu vurgulara sıkça yer verildi. Kızıl Ağaç bence biz büyükleri davranış kalıplarımız üzerine de düşünmeye sevk ediyor. Çünkü kitap sıkıntılı ve üzüntülü şeylerden başlayarak okura ve izleyiciye bir yol çiziyor. Zamanın bazen ağır aktığını, bu ağır akış halinde istediğimiz olumlu gelişmelerin olamayacağını gösteriyor örneğin. Hem de öyle usulca gösteriyor ki; bir salyangozun hareketi etrafında izliyoruz o çaresizliği. Küçük bir kız zamanın iyi olanı bazen getiremediğini belirtirken salyangozun yakından görüntüsü ilerleyen çizimlerde uzaklaşıyor ve etrafındaki hale genişliyor. Yani hayatın içinde bazen bizi üzen, kıran veya çaresiz hissedeceğimiz zamanlar olabileceğini ve bunun hemen düzelemeyeceğini belirtiyor yazar.

Yazının Devamı

Kaybolan Renkler - 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı

Aleix Cabrera’nın yazıp Rosa M. Curto’nun resimlediği Kaybolan Renkler kitabı Tübitak Popüler Bilim Kitapları’ndan çıkmış. Adem Uludağ tarafından Türkçe’ye çevrilen kitap Çocuk Hakları Bildirisi’nin 7. Maddesi çerçevesinde çıkarılmış. 20 Kasım 1959 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilen Çocuk Hakları Bildirisi daha sonra düzenlemelerle 1989 yılında 193 üye devlet tarafından kabul edilerek uluslararası sözleşme haline dönüştürülmüştür. Türkiye’nin de dahil olduğu sözleşme maddeleri bir çocuğun sahip olduğu haklar üzerinden oluşturulmuştur. Gönlümüzden geçen tüm maddelerin uygulanması ancak maalesef yaşadıklarımızı düşününce gönlümüzden geçen boğazımızda düğüm oluşturabiliyor.

İşte elimizdeki kitap bu maddelerden bir tanesine dikkat çekmek için oluşturulmuş. Çocuğun en temel haklarından olan eğitim hakkını konu edinen kitap oldukça keyifli bir yol izlemiş. Buna gelmeden önce kitabın en arka kısmında yer alan ve kitaba konusunu veren maddeyi belirtmek istiyorum; “Çocuğun, en azından temel eğitim aşamasında parasız zorunlu eğitim almaya hakkı vardır. Çocuğa, genel kültürünü arttıracak, fırsat eşitliği temelinde yeteneklerini, bağımsız karar alma gücünü, ahlaki ve toplumsal sorumluluk duygusunu geliştirecek ve topluma yararlı birey haline gelmesini sağlayacak bir eğitim verilir. Çocuğun eğitiminden ve ona rehberlik etmekten sorumlu olanlar için yol gösterici ilke, çocuğun menfaatidir. Bu sorumluluk en başta çocuğun anne babasına aittir. Çocuğa, eğitimi ile aynı amaçlara yönelik olması gereken oyun ve eğlence için her türlü olanak sağlanır; toplum ve resmi makamlar çocuğun bu hakkı kullanmasını sağlamak yönünde çaba sarf edecektir.”

Gelelim kitabımıza. Kitapta öğrenme, merak duygusuyla beraber sunulmuş ve bir grup çocuk etraflarında neden renk olmadığını sorgulamaya başlamışlar. Cevabını bulmak için ellerinde sadece numaraların olduğu bir haritadan yola çıkan çocuklar; karla kaplı yerlere, tropikal bölgelere, volkanik yerlere, denizlere, çöllere ve savanalara giderler ama aradıkları cevabı bulamazlar. Gri ile kaplı evlerin ve şehrin içine geri dönerler. Öyle ki insanlar da mutsuz ve sorgusuz yaşamaktadır bu şehirde. Oysa çocuklar gökkuşağının tüm renklerini severler ve onları bulma telaşındadırlar.

Yazının Devamı

Beşinci Mevsim

Elimdeki kitap tam da hayalimdeki hali resmediyor. Bir kız çocuğu rengarenk kıyafeti ve güzel arkadaşlarıyla yıldızlarla sohbet ediyor. Hande Seçkin Onat’ın yazıp, Umut Karaman Çelikel’in resimlediği kitap Tudem Yayınları tarafından basılmış.

Akdeniz foklarına ve onları seven çocuklara ithaf edilen kitap elbette doğa ve canlı yaşamından yana tavrıyla dikkat çekiyor. Ama bundan öte beni asıl mutlu eden tarafı hayal eden çocukları görmek ve onlara eşlik eden arkadaşları. Kim peki bu arkadaşlar? Kedi Puf, yavru köpek Nohut, tombul kaplumbağa Dörtgöz Tombalak. Nasıl güzel geliyor kulağa değil mi? Beraberce oyunlar oynayan, yaşadıkları Yağmurkent’in doğası ile eğlenceli zaman geçiren ve bunları yaparken gelişen, büyüyen, bizleri de sevindiren bu sevimli arkadaşlar bizi de arındırıyorlar dertten, kederden.

Öylesine sıcak ve güzel hikayeler geliyor ki anlatılanlardan ister istemez siz de onların hayatına ve hayallerine dahil oluyorsunuz. Örneğin hızlı koşmak isteyen Tombalak için tekerlekli paten yapabileceklerini söylüyorlar ve bunu hayata geçiriyorlar hayallerinde. Yine Puf ve Nohut gezgin olmayı hayal ettiğinde sözleriyle imdada yetişen Tombalak şunları söylüyor; “Bir gezgin, istediği her yere gidebilir. Yeter ki gözlerini kapatmasına izin verilsin ve hayal edebilsin!” En daraldığımız anlarda bizler de hayallerimizi canlı tutalım o zaman. Karanlığı yok eder ve güneşin gireceği bir aralık alırız hayatlarımıza belki de.

Yazının Devamı