Saadet Sevinç Doğan

Saadet Sevinç Doğan

Penga ile Menga

Etrafınızda olup biten her şeyden bunaldıysanız ve azıcık sakinlik, huzur ve rasyonel akıl arıyorsanız sizi bu kitapla tanıştıralım. Tüm nefret söylemlerini kibarca yere bırakın, sonra da tüm farklılıklarına rağmen bir arada ve mutlu bir arkadaşlık kuran Penga ile Menga’nın duru bir dil ile anlatılan okul öncesine ait kitaptan kendinize pay çıkarın. Hani diyorlar da tüm renkler kirleniyordu ve öncülüğü beyaza verdiler. İşte tam o noktadan söz ediyorum; madem her şey fazlasıyla kirlendi, o zaman en basit dilden ve yeniden anlatmak lazım olması gerekenleri. İşte elimdeki kitap tam da bunu yapıyor. Karakter farklılıkları kadar, fiziksel olarak da farklı olan iki penguenin yaşamında bizler de aslında öteki olan nedir ve nasıl kurulur diye düşünebiliriz. Farklılıkların aslında zenginliğimiz olduğu gerçeğini bir kez daha hatırlayabiliriz.

Yazar Vivet Pitelon Sparkes yazarken tüm bu yazdıklarımı niyetledi mi bilmiyorum elbette ama ben okurken içinde bulunduğumuz kaostan arındım azıcık. Dolayısıyla tüm farklılıklarına rağmen ilk bakışta hafif şaşkınlık yaşayan bu güzel çiftin hikayesini okumaktan keyif aldım. Elif Balta Parks’ın resimlediği kitap Kelime Yayınları’ndan çıkıyor.

Bir Pazar gününe, sakin, duru ve yalın bir anlatımla bu güzel penguenleri dahil edebilirsiniz. Çocuğunuza okurken onun arkadaşlarıyla ve sosyal çevresiyle kuracağı ilişkilere güzel ve sağlam bir temel atmış olacaksınız aynı zamanda. O temelde ayrımcılık karşıtı güçlü bir dostluk hikayesi eşlik edecek onlara ve farklılıkların zenginlik olduğu görüşü yer alacak. Yazdıklarımdan mesaj yönü güçlü bir kitap olduğu; daha doğrusu didaktik bir tavrı olduğu düşünülmesin yazarın. Tam aksine; o kendi yazma sürecinde sadece bir şeyi isteğince ve oldukça sade bir şekilde hikaye ediyor. Çok da güzel hikayelendiriyor anlatmak istediğini. Tam da çocukların göz hizasından. Sadece içindeki çocuğun varlığını unutan büyüklerin oluşturduğu tüm karmaşa ve hırçın söylemlerin karşısında ışıl ışıl parıldıyor. İşte bu nedenle üzerine yazarken keyif aldım ben de. Umalım da bunu dinleyen ve onlara okuyan büyükleri ikliminden yeteri kadar faydalanır kitabın. Tavsiye ile…

Yazının Devamı

Flüt Çalan Köpek

Yine Mavisel Yener’in kitaplarından bir tanesi elimde. Flüt Çalan Köpek aslında bir serinin içinden seçilen bir kitap. Bulursak diğerlerini de okuyacağız elbette. Şimdilik sadece elimizdekinden bahsedeceğim. Tudem Yayınları tarafından basımı yapılan kitabın resimleyeni Zeynep Özatalay. Oldukça tanıdık ve sevimli bir hikaye karşımızda.

Maviş, Pati, Çoban ana karakterler. Öncelikle şunu söylemek istiyorum ki; Pati’nin belirli aralıklarla ailesini ziyarete gidebilmesi bir şans. Bu şansı tüm canlıların yaşamasını diledim kitabı okuyunca. Küçücük ama özel bir dokunuş Pati’nin ailesini ziyaret edebilmesi. Maviş ve ailesiyle yaşayan köpek Pati, Dost Hayvan Çiftliği’ndeki ailesini yılda birkaç kez ziyaret edebiliyor. Bunun için de tüm aile hazırlık içine giriyor. Maviş’in annesinde kendimi çok buldum. Kızına yol için hazırlaması gerekenleri söylerken içimden beni mi izledi acaba Mavisel Hanım diye geçirdim. Okuyan bazılarına abartı gelebilir bu anne figürü ama bana çok tanıdık. Araba tutan kızına boş poşet (kusma ihtimaline karşı), yolda canı sıkılırsa diye kitap, yedek atlet vb almasını tembihleyen anne hiç bana uzak değil. Maalesef öyle pratik annelerden olamadım ve genelde tedbirli davrandım ben de. Hangisi doğru, ondan da açıkçası emin değilim ama sürekli terleyen ve araba tutan bir çocukla seyahat edecekseniz tüm alternatifleri geçiriyorsunuz zihninizden. Yolda sıkılmaması için de seçeneklerinizi arttırıyorsunuz. Yiyecek ufak tefek şeyler, illa ki kitap veya bir oyuncak, yedek kıyafet temel vazgeçilmezlerimiz. Burada da Maviş her ne kadar annesini dinlemiyor görünse de aslında onun aldıklarına belirli aralıklarla ihtiyaç duyuyor. Flütünü istiyor mesela bu sefer canının sıkılma ihtimaline karşı.

Heyecan da burada başlıyor işte. Maviş yolda giderken arkadaşı ve dostu Pati’ye flüt öğretme telaşına düşüyor. Sonra ne oluyor dersiniz? Pati ailesiyle buluşunca onlara flüt çalmaya çalışıyor. Aman ne gürültü ne gürültü. Herkesin kafası şişiyor ama Pati, yolda meğer Maviş’i epey büyük bir ilgiyle izlemiş. Ortaya çıkan sonuç bunu gösteriyor. Kısacası neresinden bakarsanız bakın, sıcacık, hayvan ve insan sevgisi dolu bir kitap elimdeki. Geçtiğimiz günlerde kızım Dost adındaki köpeğin başına kendi taktığı şapkayı taktı. Sonra da Dost bu şapkayı alıp uzun süre oynadı ve geri vermedi. Ne yaptıysak vermedi işte şapkayı. İzlerken güldük epeyce. Bu kitabı okuyunca o anlar geldi aklıma. Çocukların hayvanlarla olan diyaloğunu hep sevmişimdir. Arkadaşları gibi davranıyorlar onlara ve aradaki tüm engelleri kaldırıyorlar. Yazar da bu sıcaklığı çok iyi taşımış kitabına. Galiba yaş aldıkça maalesef engel koyan biz büyükler oluyoruz. Etrafında çocuk olanlar en azından onları izleyerek özlerine dönebilirler. Serinin diğer bölümlerinde ne olacak ben de merak ediyorum ama şimdilik Flüt Çalan Köpek ile sonlandırıyorum anlatacaklarımı. Tavsiye ile…

Yazının Devamı

Masallı Boyama

Elimdeki kitap beş ayrı hikayeden oluşuyor. Mavisel Yener’in kaleminden çıkan kitap, Bilgi Çocuk tarafından basılıyor. Dorukhan Özcan’ın resimlediği kitabın renkleri yok. Yani aynı zamanda bir boyama kitabı. Keyifle okuyacağınız bu kitabı sonrasında da istediğiniz gibi boyayabiliyorsunuz.

Filin hapşurması ile tüm orman halkının korkuya kapılması, yine zürafaya özenen ve onun gibi ağacın en üst dallarındaki yaprağı yemek için ağaca çıkıp oradan inemeyen kedinin yaşadıkları kendimizden çokça şey bulacağımız durumlar. Bir başka hikayede anlatılan, annesinin kendisine ördüğü bereyi kaybeden ve bunun için üzülen kirpi de, sanki yanımızdan birisi. Salıncağı çok sevdiği için sıra beklemek istemeyen ama gerekli uyarıları alınca sırasını bekleyen yavru dinozor da hiç yabancı değil bize. Son olarak bencillik ve biraz da kıskançlık da maalesef çocukluk döneminde üzerini örtemeyeceğimiz ve mutlaka her çocuğun bir anında gözlemlenebilen durumlardan ve bu da son hikaye olan tavuskuşunda anlatılıyor. Kısacası yaşama dair farklı halleri eğlenceli bir şekilde önümüze getiriyor yazar.

Her hikayede didaktik olmayan ama inceden inceye bir konuya dair görüşün yer aldığı kitap okul öncesi çocuklar ve büyükleri için eğlenceli de. Çünkü aslında çocukluk hallerinin değişik durumlarını sunuyor yazar. Örneğin hapşurunca tüm orman ve hatta denizdeki canlıları da korkutan file yaklaşan yaşlı bir ayı ona mendil uzatıyor. Sonra da mikropları saçmamak için mendil kullanmanın önemine değiniyor. Aslında çocuklarla belirli konuları konuşmak için bir anahtar da veriyor bize kitap. Siz yanınızdaki miniğe okurken onun göz hizasından bakan bir yazarın elinden çıkan kitapla şanslısınız da. Aynı zamanda sizi de okur olarak o göz hizasına getiriyor. Bu da oldukça önemli bence. En eğlenceli kısmı da eğer isterse kitabı okuduğunuz çocuğun sonrasında bu sevimli karakterlere renk vermesi. Bu kez siz izleyebilirsiniz onun renk seçimini. Eğer yeterince kodlanmamışsa özgürce boyayacaktır her bir karakteri. Dolayısıyla kitap sizi de kendisine dahil ediyor ve tamamlanmayan kısmı çocuğunuza yaptırırken onu kendine ortak seçtiğine dikkat çekiyor. Ayrıca dostluk, dayanışma, yardımlaşma, iyilik gibi konular da işleniyor bu güzel orman sakinlerinin yaşadıklarında. Çocuğa bırakabileceğimiz en büyük miras da bu zaten. Sizce de öyle değil mi? Keyifle okumanız dileğiyle.

Yazının Devamı

Küçük Findus Kaybolunca

Kedisine her akşam masal okuyan bir kişinin hikayesi nasıl olur da yazıya konu olmaz ama değil mi? Olur elbette, hatta bu bir seriye ait kitap olsa da ve daha önce bir başka kitap üzerine yazmış olsam da yine yazarım Pettson ve Findus’u. Evet itiraf ediyorum; çok seviyoruz kendilerini. Hem de kitabın içine girip evlerine konuk olmak isteyecek kadar. Sahiden şaka yapmıyorum; hayali bile güzel değil mi sizce de? Bahçeli ve bir sürü dostuyla beraber yaşayan Pettson belki bize de masal okur. Böylesi gönlü güzel bir insanın bahçesinde koştursak istediğimiz gibi ve Findus’la sohbet etsek mesela. Sonra onların hazırladıkları pastadan yesek güzel olmaz mı sizce de? Sven Nordqvist işte bunları hayal ettirdi bana. Bırakın çocuğunuza okumayı, bence alın ve gizli gizli değil aleni bir şekilde her yerde okuyun bu ikilinin maceralarını. Ruhunuza şifa niyetine hem de.

Ayrıntı Yayınları’nın çocuklar için yeniden elleri kolları sıvadığını söylemiştim daha önce. Bu güzel kitap da kendilerine ait. Yazanı ve resimleyeni aynı olunca daha da keyifli oluyor okuması. Pettson yaşlı bir adamdır ve yalnızlığına ilaç gibi gelen bir küçük misafir ile tanışır komşusu sayesinde. Küçücük bir kedi yavrusu olan Findus böylece yeni bir eve ve hayat arkadaşına kavuşur. Pettson’ın hayatına da renk ve neşe getirir elbette. Beraber bir sürü maceraya yelken açan ikilide en çok hoşuma giden kısım Pettson’ın her akşam Findus’a masal okuması. Sadece bununla da kalmıyor, hayatına dair bir sürü şey anlatıyor. Bazen de gazete okuyor ona. Bir gün Findus aniden gazetede gördüğü bir tulumdan isteyince Pettson konuşan kedisi karşısında çok şaşırıyor ama bir yandan da çok mutlu oluyor. Böylece masal tadında olaylar başlıyor. Çok sıcak, neşeli ve güzel bir seri Pettson ve Findus.

Bir sabah erken saatlerde Findus etrafı keşfe çıkıyor ve kayboluyor. Daha doğrusu bir porsuktan korktuğu için bir kutunun içine saklanıyor ama sesini de çıkaramıyor. Bu arada uykusundan uyanan Pettson da her yerde Findus’u arıyor ama bulamıyor. Bulamadığı sadece Findus değil elbette. Kaybolan çoraplarını da bulamıyor. Neden mi? Çünkü Findus’a yardım etmek isteyen küçük arkadaşları Pettson’ın ona ulaşmasını sağlamak için işaret olarak kullanıyor onları. Yere belirli aralıklarla bırakılan eşyalarını izleyen Pettson nihayet korkmuş ve endişelenmiş Findus’u buluyor. Bu arada porsuğu da fark ediyor ama o, hemen gözden kayboluyor. Findus endişe içinde porsuğun kendisini yiyeceğini düşündüğünü söyleyince Pettson “Senin o canavar dediğin şu bizim yaşlı porsuk. O kedi yemez ki! Ayrıca çok fazla öfkelendirmezsen hiçbir şey yapmaz. Üstelik burada da hiçbir tehlike yok” diyor. Kısacası bilinmeyene karşı beslediği korkudan alıp kurtarıyor Findus’u. İnsanlar da böyle değil midir? Bilmediğine karşı korku besler içinde. Bilmekle beraber kaybolur korkusu da, öfkesi de.

Yazının Devamı

Tombiş Maskeli Baloya Katılmak İstemiyor

Çoğu zaman bir kitabı okursunuz ve bir cümle sizi çeker. İşte elimdeki kitapta da böyle oldu. Tek farkı bu sefer çocuk edebiyatından bir kitap olması. Behiç Ak’ı zaten biliyor, seviyor ve keyifle okuyoruz. Bu sefer ilginç bir şekilde o tek cümle günlerdir dönüyor zihnimde. Diyor ki kitabın karakteri Tombiş: “Kimse benimle oynamayınca, ben de erkenden büyümek zorunda kaldım.” Devam ediyor Tombiş sözlerine: “Büyüdükçe de her şeyin daha fazla farkına varıyorum. Daha fazla farkına varınca da, kimse benimle oynamak istemiyor.” Sizi bilmem ama benim içim sızladı ilk cümlede. Tekrar tekrar düşündüm üzerine. Şimdi tekrar yazıyorum: “Kimse benimle oynamayınca, ben de erkenden büyüdüm.” Yazar Behiç Ak daha önceki yazılarımda da değindiğim üzere bence tipik bir Cumhuriyet insanı. Toplumu bilen ve değerlerini gören, bununla beraber sıkıntılı noktalara son derece net ifadeleriyle dahil olan bir insan Behiç Ak. Hemen her kitabında ayrı şeyler düşünüyorum. Bu sefer belki farkında olarak veya olmayarak beni çok farklı yerlere taşıdı.

Sevilmeyen, hoş görülmeyen, ötelenen, istismara maruz kalan, “çocuk olma hakkı” elinden alınan bunca çocuk varken nasıl da naif bir ifade değil mi sizce de Tombiş’in söyledikleri. Oynamak en temel çocuk olma şeklidir. Oynayarak öğrenir, oynayarak kavrar hayatı. Hayatı oyun, oyun hayatıdır çocuğun. Peki çocukluğu elinden alınanlar ne olur? Küçücük yaşta, henüz ve sadece oyun çağındayken evlendirilen, horlanan, istismara maruz kalanlar, çalışmak zorunda bırakılanlar? Ya da hiçbiri olmasın, sadece fiziksel görüntüsü veya bir farklılığı nedeniyle dışlanan ve zorbalığa maruz kalanlar? Geçen gün internette bir video izledim. Videoda Dünya’nın ilk down sendromlu üniversite mezunu olduğu söylenen Pablo Pineda şöyle söylüyordu: “Down sendromlu olmanın bazı düşlerimin oluşmasını engellediği doğru. Fakat beni engelleyen down sendromu değildi. Down sendorumlu olduğum için toplum beni engelledi." Nasıl da insanı sarsan cümleler değil mi? Mesela bu çocukları düşünelim. Bunların da oyun oynama hakları ellerinden alınmıyor mu? Dışlanan ve ötekileştirilen söylem ve bakışlara maruz kalmıyorlar mı? Kısacası Behiç Ak kilosu yüzünden çevresindekilerce dışlanan ve oyuna alınmayan Tombiş üzerinden tüm ötekileştirilenleri de dillendiriyor aslında. Dolayısıyla sadece kilolu olan bir çocuğun serzenişi yok aslında. Aynı zamanda bu ötekileştirmenin yanında, farkındalığı yüksek bir çocuk da var. Tıpkı Pablo Pineda gibi. Tıpkı küçücük yaşta oyundan koparılıp evlilik gibi devasa bir yükün altına sokulan çocuklar gibi. Kendilerine uygulanan fiziksel, cinsel ve sözel şiddeti yaşayan tüm çocuklar gibi. Çok doluyum ben de bu ülkede ve dünyada yaşayan pek çok insan gibi. Söylemeye dilim varmıyor ama çocukluğu elinden alınan herkes için ve onların yanında bizleri de kahreden her bir şiddet eylemi için. Dolayısıyla Behiç Ak’ın sözlerine fazlaca anlam yüklemiyorum, sadece birebir sohbetinden de bildiğim bir Cumhuriyet insanının sözlerinden çocuk edebiyatına damıtılan ifadelerin altını çiziyorum.

Günışığı Kitaplığı tarafından basımı yapılan kitap aslında bir seriye ait. Tombiş’in daha farklı maceraları da var. Dileğim tüm bireylerin anne ve baba olmaya karar verirken bunun tüm sorumluluklarının farkında olmaları. Kucaklarına aldıkları dünyanın en güzel yükünde de olabilecek en güzel şekilde onun büyüme şekline eşlik etmeleri/edebilmeleri. Her bir insanın kendi işinde de (siyaset, hukuk, sağlık, basın, eğitim vb.) çocuklardan yana adım atmaları, karar vermeleri, kalem oynatmaları. Örneğin çocuklara dair yapılan tüm şiddet olaylarında (türünü ayırmaksızın) en yüksek cezanın verilmesi ilk isteğim. Ayrıca insanların eğitilmesinde çocuk olma haklarına duyarlı ve o dünyayı koruyacak söylem ve eylemlerde bulunulmasını istiyorum. Sağlığa ve eğitime erişimde eşit olabilmelerini diliyorum en çok da. Aslında ne diyorum biliyor musunuz, her bir insanın önce “insan” olma kavramının içini doldurmasını istiyorum. İstediğiniz kadar söz söyleyin, dokunduğunuz bir çocuğun yaşamıysa her şeyin durmasını istiyorum onlar adına iyiden yana. Gerisi bizlere ve geleceğe güzellik olarak dönecektir zaten.

Yazının Devamı

Yaramaz Ejderhalar

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından basımı yapılan “Yaramaz Ejderhalar” kitabının yazarı ve resimleyeni Debi Gliori. Doğaya ve çevreye karşı sorumsuz davranan insanları ejderhalar üzerinden anlatan keyifli bir hikaye elimdeki.

Kısa süre içinde yaşadıkları mekanı genişleten ve her yere yayılan ejderhalar hiç düşünmeden varolan tüm kaynakları tüketmeye başlamışlar. Öyle ki; diğer canlıların yaşam alanına saygı duymayı düşünmemişler bile. Püskürttükleri alevler nedeniyle birçok canlının yaşam alanı daralmış ve an gelmiş ki yaşadıkları evrende yapayalnız kalma tehlikesiyle yüz yüze bulmuşlar kendilerini. Sonunda tüm canlılar sorunlarını dile getirmeye ve bu duruma sebep olan olumsuz davranışları dillendirmeye başlamışlar. Her şeyi hemen ve sorumsuzca tüketmemeleri gerektiği, varolan evrenin diğer canlılar için de yaşam alanı olduğu, yıpranan eşyaların yerlerine hemen yenisini koyup eski olanı hiç dönüştürmedikleri gibi türlü konular gündeme getirilmiş. Kaplumbağalar, kuşlar, arılar, kediler, porsuklar ve aklınıza gelecek diğer tüm canlıların başka bir gezegene gideceğini fark eden ejderhalar onlara yalvarmış ve gitmemeleri için onlara ilk defa kulak kabartmışlar. Ağaç kesimini durdurmak, buzulların erimesini engellemek, suların yükselmesine sebep olan davranışlarına son vermek, kendilerine yakın yerlerdeki yiyeceklerle beslenmek gibi ilk aklan gelenler ve daha fazlası hemen dillendirilmiş. Yabani hayvanlara zarar vermemeleri de istenenler arasındaymış. Ayrıca oburca ve aç gözlü olarak gezegeni yok etmek yerine, onu diğer canlılarla paylaşmak önerilmiş ejderhalara. Nasıl, size de tanıdık geliyor mu anlatılanlar?

Ben okurken çokça içlendim. Ejderhaların davranışlarını, kendisini diğer canlılar arasında en zeki olmakla ayıran insanların sergilemeleri çok büyük bir çelişki değil mi sizce de? Yaşamı hoyratça ve en sorumsuz şekilde tüketmek, kendimizden sonrakilere bırakacak iyi şeylerin de yok edilmesi demek aynı zamanda. Toprağa saygısı olmayan, havayı kirleten ve yiyeceklerin yapısını olumsuz şekilde değiştiren insanlar kendileri dışındaki canlıların da farkında değiller. Farkında olmanın sorumluluğunda değiller çünkü. Kendi zevkleri için hayvanların öldürülmesini önemsemiyorlar örneğin. Ya da sadece paralarına para katmak isteyenlerin çıkardıkları orman yangınlarında yok olan, acı çeken onlarca canlının da seslerine sağır olmuş kulakları. Oysa zeki olmakla övünmeleri onların yaşama karşı daha duyarlı ve sorumlu davranmalarını gerektirmiyor muydu? Hepimizin yaşananlarda payı var maalesef. Tüketmek ve çocuklarımıza aşıladığımız bencilce yaşam için hepimiz suçluyuz. Gereksiz yere imara açılan alanlar için, kuruyan dereler, kaybolan canlar için hepimiz suçluyuz. Debi Gliori çok güzel bir noktadan yakalıyor hayatı. Kitabın en arka sayfasında “Bu kitabı çocuğunuza 7 yaşına kadar siz okuyabilirsiniz. Çocuğunuz okumayı öğrendikten sonra kendisi okuyabilir” yazıyor. Diliyorum ki 7 yaşa kadar çocuğuna okuyan her ebeveyn kendi sorumluluğunun farkına varır doğa ile ilgili. Sonrasında da çocuklar edindiklerini aktarmada zaten başarılı olurlar. Kitabın arka kapak sayfasında aynı zamanda çok hoş bir resim var. Bu resimde bir ejderha boynundaki yavru ejderha ile birlikte bahçeyi suluyor ve bir kuş onları izliyor. Darısı insanların başına diyelim.

Yazının Devamı

Emekli Vagon

Sıcacık bir hikaye elimdeki. Göknil Genç’in kaleminden çıkan hikayeye Mustafa Delioğlu’nun çizimleri eşlik ediyor. Kitabın basımını Can Çocuk Yayınları üstlenmiş. İnsanın içini sarıp sarmalayan bir yanı var kitabın. Emekliliğe ayrılan bir vagonun yeni durumunu kabullenememesi ve tekrar işine geri dönme isteği var karşımızda. Elbette sıcacık yanı bu değil; asıl güzel olan yanı o vagonu bir günlüğüne de olsa eski iş hayatına döndürme telaşındaki dostları. Bu dostlar da öyle kolay bulunanlardan değil. Örneğin bir karga bu sıkıntıya çözüm bulma telaşında ve başka bir ülkeden kendisine eşlik eden martı arkadaşı. Hayali bile güzel değil mi sizce de?

Trenleri hep sevmişimdir. Ne yalan söyleyeyim eski trenlerin artık işlevsiz hale gelmesi garip bir şekilde hüzünlendirir de beni. Çocukken her haftasonu Kocaeli-İstanbul hattında gidip geldik o trenlerle. Derince’den Söğütlüçeşme’ye yapılan bu yolculuklar dedemin hasta olması nedeniyle bir dönem istisnasız her haftasonu yapılıyordu. Bir çocuk olarak benim için tamamıyla eğlence dönemiydi. Farklı insanları gördüğümüz ve genelde çok kalabalık vagonların değişmezleri vardı. Örneğin gözleri görmeyen bir adam vardı ve trende bir şeyler satardı. Onu çok net hatırlıyorum ve sıkça denk gelirdi bizim trene. Bir de görevlilerin gelip biletlerimize iki delik açtığı anlar var aklımda. Eğer ortadaki bölmede oturuyorsak karşımızdakilerle gelişen sohbetler ve kısa süreli keyifli anlar oluşurdu. Bir de asla vazgeçemediğimiz ve diğer yolcularla paylaştığımız İzmit’in simiti. Trenlerde mutlaka satılırdı ve biz de çok severdik bu simiti. Hatta Kemal Sunal’ın bir filminde de geçer böylesi bir durum. Kemal Sunal simit satar ve İzmit’tedir tren o anda. Kısacası Göknil Genç niyetlenmese de beni alıp tam da çocukluğumun o güzel zamanlarına götürdü. Tren bir dönem insanının en sık kullandığı toplu taşıt aracıydı. Bu grup insanlar da genelde alt ve orta gelirli insanlardan oluşuyordu. İzmit’in eski halini anımsayanlar tren raylarının şehrin içinden geçtiğini bilirler. Sonra o raylar kaldırıldı ve yerini Yürüyüş Yolu’na bıraktı. Hala trenler çalışıyor ama bu sefer hızlı olanlarından ve şehrin içinden değil. Bir de şöyle bir değişim oldu; ücret açısından otobüs fiyatlarından biraz daha yüksek bir miktar oldu. Yani içindeki insan profili de değişti haliyle. Örneğin en son Kocaeli-Ankara treninde gözlemlediğim genelde memur, kamu personeli ve öğrencilerin treni tercih ettiği yönündeydi. Elinde kitabı olan, bilgisayarı olan ve okumakla haşır neşir bir kesim belirgindi sanki. Ne yalan söyleyeyim trenleri her haliyle seviyorum. Çocuklu olmakla edindiğim seyahat pratiklerinde trenin çok rahat olduğunu da eklemem gerekiyor. Otobüs gibi sabit ve kemerle bağlı değilsiniz siz ve çocuğunuz. Hareket hayatının önemli bir parçası olduğu için istediği zaman yerinden kalkabilmesi benim gibi bir çocuğu olanlar için bulunmaz nimet. Ayrıca eskiye oranla çok daha konforlu ve rahat koltukları var. Neyse ben konudan epey uzaklaştım ama eski trenleri de hep arar gözüm. Bugün (27 Ocak 2017), yanımda iki çocukla o eski rayların olduğu yerden geçerken rayların üzerinde bir vagon gördük ve bunun üzerine sohbete başladık. Yanımdaki çocuklara tam da şu an size yazdıklarımı anlattım. Ayrı bir yaşam alanıydı o zamanlar. Eski trenden bırakılan vagona bakarken bir parça hüzün kapladı içimi. Sonra kütüphaneye gittik ve bu kitabı buldum; hemen okudum. Galiba tam da bu yüzden kitapta bahsedilen vagonun tüm ruh hali çok yakın ve tanıdık geldi bana.

Emekli olmayı bir çeşit terk edilmişlik olarak algılayan vagon bu durumu kabullenemez ve çok üzülür. Bunu fark eden bir karga da onunla sohbete başlar ve derdine çözüm arar. Başlarda karganın bir şey yapamayacağını düşünen vagon bir sürü kuşun, kedinin ve köpeğin seferberliğini görünce çok şaşırıyor ve mutlu oluyor. Okur olarak ben de mutlu oldum. Bir sevinç kapladı içimi. Dayanışmaları, farklılıklarına rağmen ortak bir iyi niyet üzerinde birleşmeleri ve her şeyden öte vagonun duygularına değer vermeleri. Bunları düşünürken aslında ne çok şeyden mahrum kaldığımızı da düşünmedim değil. Gerçek hayatın tüm acımasızlığı bu kitapla ters çevriliyor sanki. Bizleri mutlu ve umutlu kılmanın aslında nasıl da basit olabileceğini de. Çizimler de tüm duyguların aynası gibi. Mustafa Delioğlu sanki çocukluğumdan kalan bir trenin vagonunu resmetmiş. Bir de hemen ilave edeyim bu vagonun üzerinde “Ankara Ekspresi” yazıyor. Malum ülke tarihinde demir ağların örülmesi oldukça önemli bir noktadır ve Başkent bu noktada ayrıca merkezdir. Oradan tüm şehirlere ulaşım sağlanır ve bu anlamda şehir aynı zamanda birleştirici bir mekandır.

Yazının Devamı

Kediş’in Armağanı

Kedi Seven Öyküler adındaki bir serinin ilk kitabı Kediş’in Armağanı. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından basımı yapılan kitapların yazarı Aytül Akal ve çizeri de Gökçe Yavaş Önal. Keyifli ve eğlenceli bir kitap elimdeki. Kedi sevenlerin de hoşuna gideceğine inanıyorum.

Küçük çocuklarla kedilerin davranışlarını çoğu zaman birbirine benzetiyorum. Evde kedi beslemiyorum ama kedi ile yaşayan arkadaşlarımla yaptığım sohbetler beni hep aynı noktaya götürüyor. Kendine has halleri, ani iniş çıkışları, fevri hareketleri ve merkezde kendilerini görmeleri. İstedikleri zaman, istedikleri kişiye kendilerini sevdirmeleri ve istemediklerini çok net ifade etmeleri ilk aklıma gelenler. Ayrıca sabırsız olduklarını ve çok meraklı olduklarını da eklemem gerekiyor. Elbette uzman değilim ama bir anneyim ve hem kendi küçük cadımı izliyorum, hem de kedilerle ilgili çokça şey dinliyorum. Diyebilirim ki kedi ile yaşayanlar hiçbir zaman büyümeyen çocuklarla yaşıyor gibiler. Kediş’in Armağanı’nı okuduktan sonra bunları düşündüm.

Aslında basit bir hikayeden yola çıkıyor yazar. Eve paketlerle gelen aile bireylerini beklemeye tahammül edemeyen Kediş, kendisine ne getirildiğini çok merak ettiği için tüm paketleri kurcalıyor. Bu esnada bir sürü olay geliyor başına. Komik haller buradan okuyunca eğlenceli görünüyor ama içinde olunca biraz yorucu olabilir. Aynı çocuklarda olduğu gibi. Daha bugün annemle bu konuyu konuştuk. Çocuklarla vakit geçirmek neden güzeldir dedik ve yanıtlar onların bitmek bilmez enerjileri ve merakları oldu. Elbette masumiyetleri ve yaşamı büyüklerin dışında bir taraftan ve eğlenceli tarafından deneyimlemeleri. Biz büyükler için sıradan olan her şey onlar için oldukça ilgi çekici. Kedilerde de benzer sanırım. Kediş mesela. Tam da bu kavramların içinden geliyor. Tüm paketleri yırtıyor ve kendisine hediye olarak alınmış bezden kediye ulaşmak için neredeyse tüm enerjisini harcıyor. Sonunda da onu çamurlu suya düşürüyor. Yıkanıp asılan bez kediye ulaşmak için ikinci bir maceraya atılıyor ama bu sefer de aksilikler peşini bırakmıyor. Evin kızı Selvi’nin bluzunun içinde ve askıda buluyor aniden kendisini. Neyse ki yağmur yağmaya başlıyor da çamaşırları toplamaya gelenler onu da farkediyor ve kurtarıyor asılı olduğu yerden.

Yazının Devamı

Kırmızı Kanatlı Baykuş

Yazanı ve resimleyeni Feridun Oral olan Kırmızı Kanatlı Baykuş kitabı Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkmış. Feridun Oral deyince aklıma hemen “Farklı Ama Aynı” kitabı gelir. Çocuk kitapları üzerine yazmaya da bu kitapla başlamıştım. Öylesine zarif bir tavrı ve dokunuşu var ki yazarın, ister istemez onun yarattığı o güzel iklime giriyorsunuz. Elimdeki kitap da öyle. Küçücük bir baykuşun büyüme isteğine dahil oluyoruz hepimiz okur olarak. Üstelik bununla da kalmıyor; sevgi dolu bir dostun çabasına tanık oluyoruz. Öylesine tanıdık ve özlem duyduğumuz duygular ki bunlar; boşuna 2012 yılı Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği tarafından Yılın Çocuk Kitabı ödülünü almamış. Hakkını sonuna kadar veriyor bu ödülün yazar.

Kırmızı kanatlı baykuşların yaşadığı bir yerde küçük bir baykuş henüz hazır olmadığı ve tüyleri yeterince kırmızılaşmadığı halde uçma hayalleri kuruyor. Kendisini yalnız ve mutsuz hissediyor bu küçük baykuş. Yanına gelen küçük bir fare onun mutsuzluğunu gideriyor hemen. Nasıl mı? Uçmak istediğini öğrenince ona yardım etmeye çabalıyor ve elbette başarısız oluyor. Ne olduğu ve hangi yolları denediği mesele değil, mesele nasıl canla, başla yardıma koştuğu. O kadar sevimli bir ikililer ki, yeryüzündeki tüm nefret suçlarını yok edecek gibiler. “O onunla arkadaş olur mu? Bu nasıl bunu sever? Ne alaka şimdi? Ama onlar kötü.” Nasıl, sizi de fazlasıyla rahatsız etmiyor mu bu söylemler? Ediyorsa, siz de bence bu güzel kitaba devam edin ve küçük bir baykuş ile fare yavrusunun dostluğunda ısının. Fare ne yaparsa yapsın başarılı olamıyor ama aslında başarılı olduğu kısmı hepimizi mutlu eden telaşı.

Kitabın tüm detaylarını vermemek ve merakınızı canlı tutmak istiyorum. İstiyorum ki o merakı gidermek için bu kitabı alıp yanınızdaki çocuğa okuyun ve siz de onun dünyasının güzelliğine dahil olun. Hani banyoda babasının tıraş köpüğünü yüzüne sürüp sakalım çıktı diye mutlu olan çocuklar var ya; ya da ayran içince bıyığım oldu diye sevinenler. İşte tam öyle şeyleri getiriyor aklınıza bu küçük baykuş ve farecik. Ayakkabılıkta bulduğu topuklu ayakkabıları giyip de takır tukur yürüyen küçük cadılar bir de aklıma gelen. Hep büyüme telaşında olanlar. Kimi zaman da yeterince büyük olmadıklarından dolayı mutsuz hissedenler. Ben hep gülerim bu hallere. İşte elimdeki kitap tam da bunlardan bir tanesi. Küçük farecik topladığı kırmızı çiçekleri arkadaşına yapıştırmaya çalışıyor ve onun büyüme isteğine yardımcı olmaya çabalıyor ama yine olmuyor. Her kare öylesine güzel ve şirin ki dönüp dönüp bakabilirsiniz resimlere. Kendisini arkadaşı için tehlikeye atan küçük farecik en sonunda kedilerden ödünç aldığı (!) kırmızı ipi doluyor baykuşa ama aniden baykuşun ayağı kayıp asılı kalıyor ağacın dalında. Yeterince çırpınınca da aslında harcadığı enerji ile kanatları güçleniyor ve uçmaya hazır hale geliyor. Küçük farecik onu ipten kurtarınca da istediği gibi uçuyor bizim sevimli baykuşumuz. Ancak fare ile aralarında kurulan bağlar da güçlendikçe güçleniyor ve kendilerinden sonraki nesle de bu dostluğu miras bırakıyorlar. Öyle ki bir daha hiç ayrılmıyorlar ve yuvalarını yan yana yapıyorlar.

Yazının Devamı

Babasının Başka Evi Var

Elimde yine bir ustanın kaleminden çıkan kitap var. Can Göknil, Türkiye’de çocuk edebiyatına gerçekten artı değer katan yazarlardan bir tanesi. Konular son derece gündelik hayata ait olsa da, onları ustalıkla önümüze bırakıyor ve derinlemesine düşünmemize sebep oluyor. Can Çocuk tarafından basımı yapılan “Babasının Başka Evi Var” kitabı anne ve babası ayrı olan bir çocuğun hayatına bakarken bizlere de bu konudaki çıkmazları hatırlatıyor.

Bundan önce yazarın Beni Annem Yavruladı kitabını okumuştum ve onda da benzer hislere kapılmıştım. Hayata dair olan her şeyi oldukça güzel, sade ve duru bir dil ile anlatıyor Can Göknil. Babasının Başka Evi Var kitabında da aynı durum var. Bahçede resim yapan İdil ve Fatoş iki ayrı ev çiziyorlar. Bir tanesi kendi evleri ile ninesinin evini; diğeri de annesi ve babasının evini çiziyor. Bu bölümü okurken çocukların en çok resimle kendi duygularını ifade ettiklerini düşündüm. Savaştan kurtulan veya doğal afetlerden sağ kalan çocuklarla genelde bu şekilde çalışmalar yapılır ve sonra da basına yansır. Bu kitaba bakınca anne ve baba ayrılığı için yine bizlere yol açtığını görüyoruz aynı yöntemin.

Anne ve baba ayrılığını konu alan bir kitap daha okumuş ve üzerine yazmıştım. O da Gergedan Yayıncılık’tan çıkan Fips Olanları Anlamıyor adını taşıyordu. Onu da çok severek okudum, elimdeki kitabı da. Elimdeki kitapta Fatoş adlı çocuğun anne ve babası ayrılmış. Yanında çocuk büyüyenler bilirler ki genelde çocuklar önce kendilerini sorgularlar. Çok basit bir örnek vermek istiyorum; küçük cadımın iki balığından birisi öldü bir yıl kadar önce. İlk cümlesi “Benim yüzümden öldü, ben ona bakamadım” oldu. Ben de “Eğer iyi bakmamış olsaydın ikincisi de ölebilirdi, aynı akvaryumdalar ve aynı suda, aynı besini alıyorlar; demek ki bu senin suçun değil, senin bakmanla ilgili bir şey değil” demiştim. Şimdi elimdeki kitapta Fatoş’la ilgili “Babası neden başka eve geçecek? Fatoş, babasının sözünü dinlememiş mi? Yoksa yaramazlık mı yapmış? Hayır, hayır! Babası Fatoş’u çok seviyor” cümlelerini okuduğumda balığımızın öldüğü zamana gittim. Bence çok iyi gözlemler sonucunda yazılmış bir kitap var elimizde. Gereksiz dramatik öğeler yok ve konu son derece duru bir anlatımla hedef kitlesi olan çocuklara ulaşıyor.

Yazının Devamı

Fil Amca

Arnold Lobel tarafından yazılan Fil Amca, kitabın çevirmeni olan Ece Özkan’ın annesi Seray Dündar Özkan tarafından hediye edilmişti bize. Ona teşekkür ederek başlamak istiyorum yazıya. Kelime Yayınları’ndan çıkan kitap, bir filin hayattan aldığı zevke dahil ediyor bizleri.

Anne ve babası denizde çıkan bir fırtınada kaybolan küçük filin yanına Fil Amca geliyor ve bizler için hikaye başlıyor. Kendi zaafları ile yüzleşen ve bunlardan rahatsızlık duymayan Fil Amca, küçük fili alıp tren yolculuğuyla kendi evine getirmek istiyor. Yolda; evleri, tarlaları, telefon direklerini ve en son kucaklarındaki fıstık kabuklarını sayan Fil Amca oldukça eğlenceli birisi. Sizi bilmem ama ben de küçükken uzun seyahatlerde bir şeyleri saymayı çok severdim. Yanından geçtiğimiz evlere bakardım ve içindeki insanlarla ilgili hayaller kurardım. Doğadaki Son Çocuk kitabında da değinildiği gibi, bu yolculuklarda camlar bizler için açık hava sinemaları gibiydi. Ben de bu dönemdeki seyahatlerde aynı Fil Amca gibi etrafımdaki görsel olan her şeye karşı kayda açık tutardım zihnimi de, hayal dünyamı da. Bu yanıyla kendime benzettim onu.

Fil Amca yaşlı ve kırışıklıklarla dolu ama hayatın tadına varan bir yapıya sahip. Örneğin her sabah müzikle başlıyor güne. Ektiği ve bakıp büyüttüğü çiçekleri var ve onları yeğeni ile tanıştırıyor. Güne başlamak için en iyi yolu seçenlerden yani Fil Amca. Bir de vücut ağrıları yaşıyor ama onları gidermenin en iyi yolunu buluyor. Nedir bu en iyi yol biliyor musunuz? Yeğenine hikaye anlatmak. Galiba anlatı sanatı kendisini içine alan herkese yaşam enerjisi veriyor. Dinleyeni de, anlatanı da besleyen bir yanı var hikayelerin. Fil Amca da bunun güzel bir örneğini sunuyor.

Yazının Devamı

Beni Annem Yavruladı

Bazı kavramları çocuklara nasıl anlatacağımızı bilemeyiz ve kaçmaya çalışırız ya; işte onlardan bir tanesi karşımızda çözüme kavuşuyor. Çocukların diline ve yaşına uygun şekilde, onların sorularını yanıtlamak için oldukça iyi bir giriş sunuyor Can Göknil’in “Beni Annem Yavruladı” kitabı. Tasarımını Erkal Yavi’nin yaptığı ve tasarım uygulamasını Gelengül Çakır’ın yaptığı kitabın çizimleri de güzel. Can Yayınları tarafından basılan kitap bir bebeğin nasıl dünyaya geldiğini anlatıyor.

Dedesine çiftlik yaşamındaki gerçekliklerden yola çıkarak kendisinin de nasıl dünyaya geldiğini soran bir küçük çocuk var karşımızda. Dede de etrafımızdaki pek çok yetişkinin yaptığı gibi hangi cümleyle başlayacağını bilemediğinden topu “Git ninene sor. Benim çok işim var” diyerek eşine atıyor. Böylece hayvanlar ile ilgili sorulara yanıt veren dedenin, konu insanlar olunca nedense çekinmesi de tanıdık ama aslında yıkılması gereken bir tabu olarak duruyor önümüzde. Kitabı okuduğumda her ne kadar çok tanıdık bir tepki olarak algılasam da, neden hala böylesi gereksiz tutukluklar yaşadığımızı da düşündüm. Örneğin dede neden anlatamıyor torununa nasıl dünyaya geldiğini? Diğer yandan nine de oldukça güzel bir şekilde (elbette klasik aile rolleri ile ama sanırım okulöncesi olduğu için, şimdilik bu kadarı yeterli) çocuğa onun nasıl dünyaya geldiğini anlatıyor.

Nine aynı zamanda torununa masal okuyan, ilgi ve şefkat gösteren de bir kadın. Mutlu bir aile ortamında, sevgi ile ve isteyerek dünyaya getirilen bir çocuğun hikayesini dinliyoruz kitapta. Okurken çocuklarıyla cinsellik üzerine konuşamayan ve küçükken leylekler tarafından getirildiğine inanan şimdiki zamanın büyükleri geldi aklıma. Ancak zaman çok hızlı bir şekilde değişiyor ve bu değişimin getirdiklerinden birisi de çocukların bilgiye rahat erişimleri. Artı veya eksi yanlarını tartışmaya açmıyorum bu yazıda ama sadece çocukların doğru bilgiyi öncelikle aileleri tarafından almaları gereğini biliyorum. Bu nedenle de bazı tabuların yıkılması ve çocuklara doğru cümleler ile, onların kafalarını bulandırmadan ve yaşlarına uygun bir ifade ile hemen her konuda konuşulabilmemiz gerektiğini düşünüyorum. “Annem Her Yerde” kitabı üzerine yazarken de bunu fark etmiştim. O kitapta da bir çocuğa annesinin ölümü anlatılıyordu. Zaten çocuklar büyüklerin tepkilerinden öğrenmiyor mu hayatı? Peki o zaman neden onlara utanacakları, sıkılacakları, kaçacakları gerçekler yerine; basit ve sade bir anlatımla, abartılı ifadelerden kaçınarak ve oldukça normal olan gerçekliği paylaşamıyoruz. Bir tanesi doğum (yani elimdeki kitap), diğeri de ölümü anlatıyor. İkisi de hayatın en temel iki gerçeği. Belki de sorgulamadan kabul ettiğimiz her şeyi yeniden gözden geçirme zamanıdır.

Yazının Devamı

Bebek Aşağı, Bebek Yukarı!

Bu kitabın yazarı beş çocuk sahibiymiş. Hayali bile zor olanlardan. Başka cümle kuramadım beş çocuk üstüne. Hele de şimdiki zamanlarda. Güzel olan yanı da elimize bu kitabın gelmesini sağlayan bir gözlem imkanı sağlaması yazara. Çizeri ise daha önce üzerine yazı yazdığım Kitapkurdu Lily’nin de çizeri olan Francesca Chessa. Seviyorum çizimlerini ve en çok da çizimlerindeki çocuk dünyasını. Kitap, Kelime Yayınları tarafından basılmış ve Türkçe’ye yine bizim sevgili Ece Özkan tarafından çevrilmiş. Ece Özkan farkında değil ama ben onu “bizim Ece” yaptım bile. Bu kitabın elime gelmesini sağlayan da Sevgili Ece’nin annesi Seray hanım. Nasıl güzel bir hediyeydi elimize gelen. Çocuğunu büyüten bir annenin küçük cadısını büyüten anneye el vermesi aslında bir anlamda. Hem de kendi kitap kurdundan çevrilen bir kitapla geliyor hediye. Ne diyelim niceleri eklensin bu güzel çalışmalara. Bizler de nasiplenelim ve birebir tanışmasak da Ece’nin başarılarından mutlu olalım.

Gelelim kitaba; oldukça güzel ve samimi bir hikayesi var kitabın. Abla olmaya hazırlanan Emily evde bir bebeğin olmasının kendisinde yarattığı kaygıları listeliyor uzun uzun. Hem güzel yanlarını, hem de endişeleri içeren liste anne ve babanın da dikkatini Emily’e çekiyor. Elbette sadece onların değil, okur olarak bizlerin de. Maalesef eve yeni bir bebeğin gelmesi önceki çocuğun biraz kendisini ikinci planda hissetmesine sebep olabiliyor. İster istemez bebeğin bakıma muhtaç olması ve gereksinimlerinin fazla olması ebeveynlerin ilk çocuğa ayırdığı zamanı azaltabiliyor. Bir de buna tam da kitabın adından anlaşılacağı gibi herkesin bebekle ilgili konuşması da eklenince küçük çaplı krizlerin çıkmaması imkansız gibi. İtiraf ediyorum en küçük olan her zaman, nedense daha sevimli oluyor veya bize öyle geliyor. İnsan ne kadar bilinçli olursa olsun aniden dikkatini küçük olana yöneltebiliyor. Kitap tam da bu noktada uyarıyor hepimizi. Hem de küçücük bir çocuğun ağzından. Onun kaygılarını duyunca daha fazla sorumluluk almaya ve bu konulara dikkat etmek gerektiğine ikna oluyorsunuz.

Emily şanslı bir çocuk, çünkü kendisini dinleyen ve kaygılarını bertaraf eden anne-babanın rehberliğinde büyüyor. İkisi de sonuna kadar kızlarını dinledikten sonra, onun kendi hayatlarında nasıl önemli ve kıymetli olduğunu hissettiriyorlar kızlarına. Çocuk sahibi olmadan önceki hayatları ile çocukları olduktan sonraki hayatlarına dair olumlu bir tavır sergileyen anne ve baba aslında çocuk büyütme konusunda doğru kararlar almışlar. Yani çocuk büyütmeye hazır bir çift karşımızda. İster istemez bu büyük sorumluluk karşısında son derece pervasız davranıp, sabrı ve özverisi yeterli olmayan çiftlerin çocuklarda yarattığı sıkıntılara kaydı aklım. Kolay şey değil çocuk büyütmek. Hele de ikinci çocuğa karar vermek. Sabır, özveri gerekiyor her şeyden önce. Elbette onlara güzel bir gelecek hazırlamak da önemli. Dolayısıyla kültürel kodlamalarda peşpeşe yapılan pek çok çocuk, maalesef Emily’nin kaygılarıyla ve daha fazlasıyla büyüyor, ama bunları bertaraf edecek büyükleri bile olamayabiliyor. Bu kitap, en azından neyle karşılaşılacağına dair bir örnek oluşturması açısından kıymetli.

Yazının Devamı

bilyeler

Bu haftaki yazıda yine bir Behiç Ak klasiğinden bahsedeceğim. “bilyeler” kitabını az önce okuduk ve kapadık son sayfasını. Elbette yazarı seviyorum ama konularını da çok sıcak ve yakın buluyorum. Bir de nedendir bilmiyorum ama çoğunda kendi çocukluğumdan bir şeyler buluyorum. Bunlar da genelde güzel ve sıcak anılar. Sokakta geçen çocukluk, ağacı seven çocuklar, bilyeler ve buna benzer pek çok şey. Aslına bakılırsa benim çocukluğum için sıradan ve normal olan, ama şimdilerde çocuklar için ulaşılması zor olanlar bunlar. Sokakta oynamak bir “hak”mış ve en iyi okulmuş orası aslında. Sanki şimdi en çok bu “hak” alınıyormuş ellerinden çocukların. Sitelere, plazalara, trafiğe ve betona hapsettiğimiz çocuklarımız var elimizde, ama onlarla beraber geleceğimizi de gömüyoruz sanki betona. Soluk alamıyoruz ve sonrasında mesela Behiç Ak’ın Gökdelene Giren Bulut yetişiyor cümlelerimizi kurmaya. Arada duvara çarpıp geri getirmiyor değil okur olarak bizleri. İyi de yapıyor yazar. Birebir görüşüp, sohbet etme imkanı bulduğum Behiç Ak, aslında bence tam bir Cumhuriyet insanı. Ülkesi ve toplum için istiyor iyi olan her şeyi. Kamusal alanın yok edilmesini dert ediniyor kendisine. Bir de çocuklar çok önemli onun için. En çok onlara kıyamıyor. Bunu sözlerinden değil çocuk edebiyatına ayırdığı gönüllü mesaisinden ve bizlere kazandırdığı kitaplarından biliyorum.

Günışığı Kitaplığı’nın basımını üstlendiği “bilyeler” kitabı işte yine sıcacık bir hikaye ile çocukluğumu çağırıyor. Bir lunaparkta içi bilye dolu küp kazanan çocuğun eve gelmesi ve kendisini bilyelerine kaptırması ile başlıyor hikaye. Erkek kardeşim de bilyelerine epey kaptırırdı kendisini. Nasıl büyük bir heyecan ve mutluluktu o bilyelerin her oyun sonrası artması. Bir de renkleri çok güzeldi. Benim de oynamışlığım var bu oyunu. Neyse kitaba geri dönüyorum. Hikayenin kahramanı İbo’nun sadece evde ve kendi başına oynadığı için bu duruma sinirlenen babası küpü kaptığı gibi pencereden aşağı döküyor. Acımasızca bir davranış gibi gelse de aslında oldukça güzel gelişmelere vesile oluyor bu durum. Sanki İbo’nun babası bugünün annelerine/babalarına sesleniyor bu davranışıyla. Yeter artık evde tek başına oynayan çocuk bolluğu. Salın artık sokağa onları ve çocuklarla oynamaları gibi en doğal alanı yaratın diyor sanki yazar bize. Ah ah nasıl güzel bilyeler üstelik onlar. Mahallede cümbüş havası esiyor ve her çocuk kendi payına düşeni alıyor bilyelerden. Hatta yağmur yerine bilye yağdığını düşünerek.

Bilyelerin cazibesi çocukları sarınca bu kez beraberce oynanan oyunlar ve süresi de artıyor. Sonunda yine büyüklerin müdahalesi ile karşılaşıyor çocuklar. Niyet bilyelerin yine tek elde toplanması ve tek çocuğun tüm çocuklara göre daha rahat ikna edilebilmesi. Ancak bir kez beraber oynamanın keyfini alan çocuklar sizce buna izin verir mi? Büyükler tarafından düzenlenen yarışmada birinci olan tüm bilyelerin sahibi oluyor ve bu kişi de İbo oluyor ama sonuç büyüklerin istediği gibi olmuyor. Vaktiyle babasının pencereden döktüğü bilyeleri bu kez İbo döküyor. Dedim ya az önce; bir kez beraberce oynanan oyunun keyfine varmış çocuk, sizce yine kendi tek ve yalnız dünyasına döner mi?

Yazının Devamı

mış gibi

Peter H. Reynolds’ın “Nokta” kitabını okumuş ve çok beğenmiştim. Bir öğretmenin küçücük bir çocuğun dönüşümüne nasıl da özen ve incelikle dahil olduğunu izlemiştim o kitapta. Bir noktadan, bir ressama uzanan serüvende önemli olanın cesaret ve istek olduğunu göstermişti bu güzel kitap. Şimdi elimde aynı yazarın ikinci kitabı var ve en az birinci okuduğumuz kitap kadar keyifli. “mış gibi” kitabının yazarı ve çizeri aynı kişi. Altın Kitaplar tarafından basımı yapılan kitabı Türkçe’ye Oya Alpar çevirmiş.

Peter H. Reynolds sahiden çok incelikli bir yazar. Çocuk ruhunu çok iyi biliyor. Bir yetişkin dünyasından çocukların büyülü dünyasına girebilen yazarlardan. Öncelikle itiraf ediyorum ki çocuk kitaplarını çok seviyorum. Özellikle de onların güzel ve duru dünyalarını yansıtanları. Elimdeki kitap da işte onlardan. İyileştirici yanı vardır çocukların ve elimdeki kitabın yazarı da bunu çok iyi yakalıyor. Resim yapmayı çok seven kahramanımız Ramon tüm mekanları kullanıyor. Tutkulu bir şekilde resim yapan Ramon’a abisi yanaşıyor ve gülüyor gördüğü resimlere. Neden? Çünkü resimleri gerçeğe benzetemiyor ve beğenmiyor. Ramon’un tüm hevesi yarıda kalıyor hal böyle olunca. Tamam, durun endişe etmeyin, evin bir de küçüğü var. O yetişiyor yardıma. Meğer Ramon’un tüm buruşturup attığı resimleri odasında duvara asmış bu küçük güzellik. Hayal edin abi ve kendinden küçük kardeşin davranışlarını. Bir tanesi ne kadar yıkıcı ve yıpratıcı ise, diğeri o denli yapıcı, iyileştirici ve cesaret verici. Okurken aklıma acaba büyürken mi kaybediyoruz iyi olan bazı duygularımızı diye geçirdim içimden.

abisi büyüklerin dünyasını gösteriyordu bir yönüyle. Küçük kız kardeşinki ise çocuk dünyasını. Elbette Ramon’un ruh hali de onların kırılgan dünyalarını. Gerçeğe benzemese de “vazoymuş gibi” cümlesi yetişiyor Ramon’un resim yapma hevesini tekrar kurmaya. Bazen işte bu kadar basit olabiliyor yıkmak ve yapmak. Tercihsel bir durum yani hangisinden yana tavır alacağınız. Küçük kız kardeş Marisol’un ruh hali sarsın istiyorum çocukların dünyasını. Marisol gibi öğretmenleri olsun mesela onların. Yapıcı, iyileştirici, cesaret verici ve yol açıcı. Diğer taraftan Ramon’un abisi Leon’un kaba ve yıkıcı dünyası uzak olsun istiyorum onların hayatından. Hayal edin bu iki karakterin öğretmen olduğunu mesela. Gerçeğine benzemediği için gülen bir öğretmen mi, yoksa gerçeğin yansıması olduğu için cesaret veren bir öğretmen mi olsun isterdiniz hayatınızda. Bu kitabı okurken kendi çocukluğuma ve öğrencilik yıllarıma gittim. İnsan hayatında iz bırakanları unutamıyor galiba. Sanki sahiden herkesin izini az çok taşıyoruz üzerimizde. İyi olanı da unutmuyoruz, kötü olanı da. Mesele kötüleri görüp onları tersine çevirme telaşı. İyi olanı tanıyıp ondan beslenmeye çalışmak galiba belki de hayatın öğrettiği kısmı. Elimdeki kitap vesilesi ile resim tutkusunun nasıl köreltilebileceği veya nasıl beslenebileceği gösteriliyor iki karakter ile. Hemen eklemek istiyorum, yazar da şanslı grupta aslında. Çünkü henüz yedi yaşındayken ikiz kardeşi ile beraber yazdıkları kitapları, çizgi romanları ve gazete yazılarını babalarının fotokopi dükkanında çoğaltmalarına imkan sağlayanlar olmuş. Kitabın en arka kısmında yazar ile ilgili verilen bilgiler çok güzel ve umut verici. Neden umut verici biliyor musunuz; çünkü koşulları oluşturulan ve cesaretlendirilen çocukların nasıl da güzel işlerin içinde olduğunu gösteriyor. “Nokta” kitabını da, “mış gibi” kitabını da mutlaka okuyun isterim. Çocuğunuz olması gerekmiyor, sadece yetişkin olarak alıp okuyun ve hayatı başka bir yerden deneyimleme şansını tanıyın kendinize. Bence herkes kendine en azından bu kadar küçük bir iyiliği hak ediyor. Sonra belki kim bilir, vaktiyle hevesinizi kıranların ayırdına varıp, kaldığınız yerden devam edebilirsiniz yolunuza. Hem belki kendi kendinizi iyileştirmenize vesile olur çocuk edebiyatının o büyülü dünyası. Tavsiye ile diyorum ki Peter H. Reynolds hayal kırıklığına uğratmaz, en azından beni uğratmadı.

Yazının Devamı

Büyülü Bahçe

Elimdeki kitap yaşadığımız dünyaya öylesine elzem ki, neresinden başlasam diye duraladım aniden. Ayfer Gürdal Ünal tarafından yazılan kitap, Saadet Ceylan tarafından resimleniyor. Tudem Yayınları’nın basımı üstlendiği kitap belki de şimdi söyleyeceklerimi niyetlenmemiştir bile ama olsun, biraz da bir okur olarak bende bıraktıkları üzerinden yazıyoruz değil mi? Zaten ortaya konulan ürünün nasıl alımlanacağını belirleyemiyor yazar. Öncelikle Ayfer hocam sizinle yüzyüze tanışmamız farz oldu sanki. Ellerinize sağlık, saygı duyuyorum tüm inceliklerinize sırf bu kitapla okuduğum kadarıyla.

Büyülü Bahçe sıradan bir masalsı anlatıma sahip ama sanırım dokunduğu yerler çok iz bıraktı bende. Küçük bir kız çocuğu zeytin ağaçlarının olduğu bir yerde yaşıyor ailesiyle birlikte. Anne ve babası çalıştığı için ninesinin yanında kalan Elif’in şansı çok büyük. Ninesi ona masallar anlatıyor çünkü. İşte biz de o masallardan bir tanesinin içinde buluyoruz kendimizi. Masalda, büyülü bir bahçe var ve yılda sadece bir defa görülen bir altın yapraklı mor gül oluşuyor bu bahçede. Onu almak da her yönüyle “iyi” denilebilecek bir çocuğa nasip oluyor.

Elif ve Yusuf adından iki çocuk da bu gülü elde etme niyetiyle yola düşüyorlar. Elif’i ninesi uğurlarken; “Kalbinin sesini dinle yavrum. O sana doğru yolu gösterir” diyor. Hemen söylüyorum 1-0 önde başlıyor bu söylemle Elif yarışa. Yusuf ise eril iktidarın bam telinden seslenen babası aracılığıyla 0 olan tarafta maalesef. Çünkü babası; “Hiçbir şeyden korkma. Cesur ol. Kopart gülü, gel. Göster şu kıza kim olduğunu. Haydi göreyim seni!” diyor. Ah ah nasıl da zarar veriyor Yusuf’a babası bir görse, bir bilse, bir anlasa, bir anlatılanı dinlese mesela. Size çok basit gelebilir ama “göster kıza kim olduğunu” cümlesi bile başlı başlına sorunlu ve şiddet içeriyor. Biyolojik farklılığını resimlerde sere serpe gösteren/gösterebilen erkek çocuk figürü karşımızda bu kez Yusuf karakteriyle çıkıyor. Göstermekten, ‘göreyim seni’ cümlesi ile kendisini sürekli ispata çalışan o erkek de mutsuz oluyor haliyle. Yusuf bahçede oldukça hırslı ve duyarsız bir şekilde yol alırken, ne bahçenin güzelliğine, ne de etrafındaki canlıların hislerine kulak veriyor. Kafasında tek bir şey var ve babasının ona tembihlediği gibi “kopart onu” cümlesi gösteriyor aslında o eril dilin nasıl da şiddeti salık verdiğini. Güzelliği görmek, hissetmek veya yaşamak değil bu, sadece yok etmek üzerine buyrukta bulunan bir ses. Maalesef bu sese kulak veriyor Yusuf ve hayatının en büyük eksisini, kendisini yetiştiren babasının sözlerinden alıyor. Doğaya, yaşama ve canlıya duyarsız Yusuf, ağacın dalından kocaman parça koparmaktan da, hayvanların ürkmelerinden de çekinmiyor.

Yazının Devamı

Kitapkurdu Lily

Bazen elime aldığım kitabın karakterlerini öyle çok seviyorum ki; içime alasım geliyor. Lily de öyle bir karakter. İşi gücü okumak olan ve kelime anlamını tam olarak dolduran bir kitapkurdu kendisi. Kelime Yayınları, Gillian Shields’in yazdığı, Francesca Chessa’nın resimlediği bu kitabı basmakla ne iyi etmiş öyle. Çevirmenine ayrıca değinmek istiyorum çünkü aynı şehirde birbirimizden bir haber yaşamışız. Hala da tanışmıyoruz ama çevirmen Ece Özkan, Kocaeli’de lise eğitimini almış ve Kocaeli 24 Kasım Anadolu Lisesi mezunu. İster istemez altını çizeyim istedim bu küçük ayrıntının.

Öncelikle şunu belirtmek istiyorum ki gerçekten istekle ve heyecanla okuyan ve eğitimli kişilerin kaleminden çıkan kitaplar kendilerini çok net gösteriyorlar. Bu kitap da öyle. Kitabın içinde yazarın ve resimleyenin özgeçmişleri kısaca yazılıdır genelde. Bunlara mutlaka bakarım ve zamanım müsaitse onları internette ayrıca araştırırım. Bu da beni güzel-farklı mekan ve kültürlere ama çocuk ortak diline götürür her seferinde. Kitapkurdu Lily de okumayı öğrendiğinde annesi tarafından kütüphaneye götürülen ve kütüphane kartı edinen bir kız çocuğu. Şimdi bu noktada hemen bir parantez açıyorum; biz küçük cadımıza çok daha önceden bu kartı aldık ve çocuk kütüphanesi bulunan şanslı illerdeniz. Bence her ilde çocuk kütüphanesi şartı konulmalı ve bu alanlar beslenmeli. Elimizdeki kitap da Nazmi Oğuz Çocuk Kütüphanesi’nden alındı ve evimize geldi. Yani çocuğunuzun okumayı öğrenmesini beklemeden seslenebilirsiniz onlara kitaplar aracılığıyla.

Gelelim Lily’e; o okumaya başladığında duramayanlardan. O kadar çok seviyor ki okumayı, etrafındaki başka hiçbir şey dikkatini çekmiyor okurken. Hatta annesini bile duymuyor Lily bu durumlarda. Her kitapla başka dünyalara dalıyor küçük kız. Lily bir gün kitaplardan nefret ediyorum diyen bir kızla tanışıyor ve Milly adındaki bu kız ile birbirlerinin hayatlarına dokunuyorlar. Nasıl mı? Milly yerinde duramayan ve hayatı yaşayarak deneyimlemeyi seven birisi. Ağaçlara tırmanıyor, oyunlar oynuyor ve hiç bıkmıyor bunlardan. Milly bir anlamda Lily’nin eksik yanına hitap ediyor. Elbette Lily de onun eksik yanını tamamlıyor.

Yazının Devamı

İyi ki Varsın Tilki Toni

Kelime Yayınları tarafından basılan, Şebnem Aydın Gündüz tarafından resimlenen İyi ki Varsın Tilki Toni, üç kitaptan oluşuyor. Sırasıyla; Arkadaşlık Puding Gibidir, Beş Duyu, Zaman Dipsiz Bir Kuyu ve Bir Dilek Tut adlarını taşıyan kitapların yazarı Hafize Çınar Güner. Her kitapta ayrı konulara değinen yazar aslında insan, hayvan ve doğa sevgisini harmanlıyor her kitabında.

Deniz adlı bir kız çocuğunun dolabına yerleşen Toni dünyayı dolaşan bilge ve sevimli bir tilki. Gittiği yerlerde kurduğu dostluklar, yeni yerler keşfetme merakını da besliyor. Çocuklarla konuşuyor ve onlarla sohbet etmeyi seviyor. Onlara zaman zaman duyguları konusunda yardımcı oluyor. Deniz de evdeki ablası Güneş ve küçük kardeşi Toprak ile aslında mutlu bir yaşam sürüyor. Anneleri tarih öğretmeni ve babaları müze müdürü olan çocuklar kısa süre içinde Tilki Toni ile dost oluyorlar.

Arkadaşlık Puding Gibidir adlı ilk kitapta, Deniz okulda yaşadığı bazı sorunları dostu Tilki Toni ile çözüyor. Bu bölümü okurken çocukların dünyasının o yalın ve güzel halini düşündüm. Deniz aslında son derece duyarlı bir çocuk ama bazen istenmeyen olaylar içinde bulabiliyor kendisini. Örneğin çok sevdiği arkadaşı Selim sırf gözlük taktığı için kendisiyle dalga geçiyor ve Deniz mutsuz hissediyor. Çocuklar açık ve net davranırlar ve bazen maalesef acımasız da olabilirler. İşte öyle bir durum Deniz’inki. Neyse ki Tilki Toni’nin küçük dokunuşları çocukların birbirlerini anlamalarını sağlıyor ve olay puding gibi tatlı bir arkadaşlığa bırakıyor yerini. Ebeveynlerin de galiba çocuklarıyla konuşurken çocuklarının olayı anlamalarını sağlamaları ve geri çekilmeleri gerekiyor. Onlar adına çözülen her sorunda çocukları daha da köreltiyoruz. Tilki Toni vasıtasıyla sadece küçük dokunuşların kıymetini fark ediyoruz. Bazen bir söz, bazen bir hatırlatma veya olayı farklı noktadan görmeyi sağlayacak bir ipucu.

Yazının Devamı

Dağ Kaşındı!

Dağ hiç kaşınır mı demeyin. Kaşınıyor işte. Hem de insanlar onun derisini soydukları, ağzına girip dişlerini söktükleri ve heykel yaptıkları için, dahası üzerine asfalt döküp yol yaptıkları için. Kısacası insanlar kendisine zarar verdiği için huzursuz oluyor ve kaşınıyor. Bu hafta kütüphaneden aldığımız kitap bir dağın hikayesinden anlatıyor insanın doğaya nasıl zarar verdiğini. Tudem Yayınları’ndan çıkan kitabın yazarı Simla Sunay ve resimleyeni Serap Deliorman.

Küçük bir kızın “Kaçar” adındaki keçisinin kaçması ve dağa gitmesi ile başlayan hikayede dağ konuşmaya başlıyor. Kendince insanların yaptıklarından dem vuruyor ve küçük kızın şaşkınlığına rağmen onunla konuşmaya devam ediyor dağ. Bir penceresi denize, diğeri dağa bakan bu köyde insanlar dağa zarar verip onu anlamamaya devam ediyor. Küçük kızın dağ ile konuşması köy halkı arasında anında yayılıyor ve merakla rivayetler üretiliyor. Deprem bölgesinde olan köy halkı gerçek olana ulaşmak yerine basit ve kolay olana yöneliyor. Rivayetler ve kulaktan dolma hikayelerle kendilerince dağın sorununu çözüyorlar ama kendilerini de kötü olaylara hazırlıyorlar aslında. Nasıl mı? Örneğin dağın sırtlarındaki tüm ağaçları kesip güya dağın kaşınma sorununu gideriyorlar ama yağmurlar yağmaya başlayınca olanlar oluyor. Tüm köy çamur ve su altında kalıyor. Elbette dağın sorunu da çözülmek yerine katlanıyor.

Asfaltlar döşenen, ağaçları kesilen, madencilerin, mermercilerin derisini soydukları dağ ölüme mahkum ediliyor aslında. Bunu farklı bir şekilde dillendiren de köye gelen bir dağcı. Önce insanlara ve mahrumiyetlerine bakıyor, sonra da olanları dinliyor. Dağ ile konuşmak için tırmanışa geçiyor ve döndüğünde dağın ölmeye başladığını ama köy halkına vasiyeti olduğunu söylüyor. Vasiyetinde de köy halkını denizle buluşturuyor aslında dağcı ve dağ. Ayrıca dağa yeniden hayat veriliyor bir başka taraftan da. Meyve, sebze, çiçek, ağaç dikilen dağ bir süre sonra oldukça güzel bir hale dönüyor. Resimler de bize o güzel manzarayı sunuyor elbette. Doğaya iyi davranılırsa onun kat ve kat olumlu karşılık verdiğinin resimleri bunlar.

Yazının Devamı

Komik Şiirler

İşte yine bir şiir kitabı elimde. Üstelik çocuklar için yazılan şiirlerle dolu bir kitap. Yazarı Mavisel Yener ile görüştüğümde kendisine de söylemiştim “bana renk skalasını çağrıştırıyor bu kadın.” Hala aynı fikirdeyim. Çizimleri kadar şiirleri de o renkleri çoğaltıyor hayalimizde ve hayatımızda. Ne güzel iştir değil mi çocuklara şiir yazmak.

Elimdeki kitap sadece bu kadarla sınırlı değil, yazarından bizim küçük cadıya hediye edilen ve iç kapağında çizimle sözün birbirini tamamladığı bir not ile geldi bize. Kitabı dün akşam okudum küçük cadıya. Göz kapakları kapanıyor sandığım anda “Anne devam et, bırakma” deyip her defasında yanılttı beni. Sonuna kadar okuduk böylece her şiiri. Sonra da sabah kalkıp birbirimize şiirler seslendirdik doğaçlama. Kitaptaki şiirler çocuklar için yazılınca ve hele de Mavisel Yener’in elinden çıkınca sözler kadar resimler de dikkat çekiyor ve güldürüyordu. Çizimler bu sefer sadece siyah beyazdı ama şiirlerle sanki rengarenk bir hale bürünüyordu. Bazen süt dişleri, bazen rüyalar, bazen dedeler bazen de ödevler konu oluyor şiirlere. Kısacası bir çocuğun hayatında olabilecek hemen her konu şiire, şiirde yaşama bulaşmış durumda. Hem de mizahla beraber geliyor sözler.

Kitap sadece şiirler değil aynı zamanda bazı dilek ve istekleriyle de bu sefer içimize dokunuyor. Onlardan bir tanesi aynen şöyle:

Yazının Devamı

Anlaşmak ve Anlaşamamak-Çıtır Çıtır Felsefe

Çıtır Çıtır Felsefe serisini bir başka yazıda zaten yazmıştım. O yazıda söylediklerim baki kalacak şekilde elime geçen ve serinin yeni kitabı olan Anlaşmak ve Anlaşamamak ayrıca bir yazıyı hak ediyor sanki. Elbette diğerlerinin değerinden azaltmadan. Her bir kitap ayrı ayrı bile yazıyı hak ediyor. Bunu da mutlaka ekliyorum. Sanırım sadece bu kitabı sonradan elime aldığımda ve okuduğumda çocuklardan çok büyüklerin okumasını istediğimdendir yazıyor olmam. O kadar zamanımıza ve içimize uygun diye düşündüm ki her sayfasında. Nasıl elzem bir bilseniz her satırın ifade ettikleri. Ah ah, keşke önce tüm büyükler okusa ve içselleştirse yazılanları da sonra çocukları için adım atsa.

Çok klasik olacak ve olsun da; “geldik gidiyoruz” ama hala anlaşmak ne demektir, anlaşamamak neden olur farkında değiliz. Felsefe yapmanın önemi nedir bilmiyor olabilirsiniz ama yokluğunda cehennem çukurunda kaldığımızı hissedeceksiniz. Düşünmenin ortadan kaldırılmasıdır aslında felsefeden mahrum kalmak. Belki de sırf bu yüzden eğitimde niteliksel açıdan daha zengin içerikle felsefe derslerinin arttırılması gerekiyor. Kendinden farklı olanı anlamayı bırak, kişinin kendisini ve hayatı anlayıp anlamlandırması için de son derece önemli bence. Başkasının aklıyla değil de kendi kafatasının içindekilerle uğraşmayan insanların emanet akılla yola çıktıkları bir dünyanın karanlığında debelenirken meğer nasıl da kıymetliymiş kitaplarda yazılanlar. Yazıldığı haliyle kalmadıkları ve önce öğretenler, sonra da öğrenenlerce içselleştirilmesi şartıyla ama. Yani doğruyu söylemek değil de doğruyu yaşama biçimi haline getirdiğimizde belki de daha yaşanabilir bir dünyada olacağız. Günışığı Kitaplığı öylesine kıymetli bir emek veriyor ki geleceğe, bir fideyi ekmenin önemiyle ölçülebilir belki de. Umarım o fide tutar ve kocaman bir ağaca dönüşür. Yine umarım ki; o fideler çoğalır ve bir ormanda yaşayan canlıların curcunasına bırakır hayatlarımızı. Umarım o fideler kırılmaz ve umut olur hepimize ayrı ayrı. Brigitte Labbe imzalı serinin resimleyeni Jacques Azam. Türkçe’ye sevgili Azade Aslan tarafından çevriliyor kitaplar.

İlk sayfalardan itibaren öylesine güzel bir anlatımla karşılaşıyorum ki hemen alıntı yapmak istiyorum. Piyanist, şarkıcı, gitarist ve diğer müzik grubu üyeleri arasındaki bir anlaşmazlık ortamına değinen yazar, şu sözlerle bizi kendimize getiriyor: “Her biri kendi seçiminde ısrar ederse ne olacak? Her biri, tıpkı kimsenin giremediği, kapıları sıkı sıkı kilitli bir evdeymiş gibi, kendini düşüncesine hapsederse ne olacak? Hiçbir şey. Hiçbir şey olamayacak: ne müzik, ne de konser!” Tam da bu satırları yazarken bir yandan da müzik dinliyorum kısık bir sesle. Yani müziğin olmama halini hiç hoş bulamadım. Dolayısıyla kitapta anlatılmak istenen de bir başka açıdan ayrıca anlamlı geliyor bana. Yalnız tekrar ve önemle üzerinde durmak istiyorum ki, lütfen ama lütfen her yaş grubundan insanlar ve özellikle de büyükler okusunlar bu seriyi. Yapamadıklarını çocuklarına yaptırmak istemeyeceklerdir belki de böylece. Ya da bir başka ifade ile kendileri yanlışı yapıp, doğruyu yapmadıkları için çocuklarını acımasızca eleştirmekten vazgeçeceklerdir belki de. Dolayısıyla madem felsefe konusunda gerideyiz; en azından ben öyle düşünüyorum, o zaman önce büyükler okusun bu kitapları.

Yazının Devamı

Yaramaz Fareler

Helga Bansch en sevdiğim yazarlardan. Adını unutsam çizimlerini unutmadıklarımdan. Elimdeki kitap için de aynı şey oldu. Yazarın adı tanıdık geldi ama çıkaramadım kim olduğunu. Ama ilk sayfalardan itibaren “Aaaa Bayan Börek İle Köpeği Çörek’in çizeri ve yazarı bu kadın” dedim kendi kendime. Hatta sadece kendi kendime değil, yanımdaki küçük cadıya da “Bak hatırladın mı? Bayan Börek İle Köpeği Çörek’teki çizimler” dedim. Beraberce hatırladık o güzel çizimleri tekrar. Ayrıca belirtmem gerekiyor çok sevdim ben o kitabı. Bu yazıya konu olan kitap da işte Helga Bansch’a ait yine. Türkçe’ye Dürrin Tunç tarafından çevrilen ve Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan kitap oldukça kıymetli.

Hayatın içindeki sorunları ve sorun olarak gösterilenleri öylesine güzel ve uysal bir şekilde yok ediyor ki yazar; ara ara çıkarıp okuyoruz kitaplarını. Sevgi ve hoşgörü teması tüm yazılarda gösteriyor kendisini. Bayan Börek ve Köpeği Çörek üzerine yazmıştım keyifle. Sonra durmadık ve o kitabın kapak resmini oyun hamuru ile resimledik küçük cadımla. Bu kitabı da, en az onun kadar dinlendiriyor insanı. İnsan olmanın erdemleri üzerine olumlamalar yapılır ya, işte Helga o olumlamalara çağırıyor bizi; hem de en ince sesiyle. Çizimleri, sözleri ve kahramanlarıyla çağırıyor bizleri o olumlamalara. Sadece yaşama ve canlılara saygı var bu kitaplarda. İşte sırf o “sadece” dediğim kısım için bile defalarca okunmaya değer bu kitaplar.

Yaramaz Fareler adlı kitabın hikayesi oldukça tanıdık aslında. Yani, hayatımızın bir anında karşı karşıya kalabileceğimiz bir konu önümüze geliyor kitapla. Evinde fareler olan bir kadının onlarca mücadelesi konu alınıyor. Ne yaparsa yapsın farelerle baş edemiyor ve evdeki tüm yiyecekler sırayla istila ediliyor farelerce. Küçük bir kedisi olan kadın çareyi evi terk etmekle bulacağını düşünüyor. Topluyor tasını tarağını, bir de kedisini ve bir apartman dairesine taşınıyor. Ancak gittiği yerde eski evindeki telaşlar olmasa da hayatta bir şeylerin eksildiğini de görüyor kadın. Bakıyor ki her yerin beton ve asfalta terk edildiği bu şehir hayatında eksikler daha da fazlalaşıyor. Örneğin eski evindeki bahçesi, elma ağacı ve evini bölüşmek zorunda kaldığı canlılar yok. Kuşların cıvıltılarını duyamadığı ama oldukça kalabalıkla baş başa kaldığı bu yeni yaşamına pek alışamıyor Gülsen hanım.

Yazının Devamı

Gizemli Mona Lisa

Adı kadar kapağındaki çizimle de dikkat çeken “Gizemli Mona Lisa” kitabı Evrensel Çocuk Kitaplığı’ndan çıkmış. Tevfik Taş’ın yazıp, Sahar Bardaie’nin çizimlerini yaptığı kitap oldukça keyifli bir okuma sağlıyor.

Kitap, Paris’te yaşayan İpek’in, arkadaşı Dora’ya 8. yaş doğum günü hediyesi olarak gönderdiği, üzerinde bir kadın resmi olan takı kutusu ile başlıyor. Kadının resmi Mona Lisa’nın elbette. İpek bir de not bırakıyor arkadaşına. Hem onun doğum gününü kutluyor hem de herkesin sorduğu soruyu Dora’ya yöneltiyor; Mona Lisa gülüyor mu, yoksa düşünüyor mu? Aslına bakarsanız sekiz yaşına giren bir çocuğa bu konuyu açmak ve soruyu tartışmak bile oldukça güzel bir adım bence. Üstelik hediye olarak verdiğiniz şeyin sevdiğiniz kişiyi yeni bilgi ve meraklara sürüklemesi de öyle. Sadece bilgi ve merak değil, bir konuyu tartışmaya/konuşmaya/sohbete açması da bence oldukça kıymetli. İpek de bunu yapıyor işte.

Dora baktığı resme dalıp hayal alemine girerken biz de onunla beraber bu keyifli yolculuğa çıkıyoruz. Kendisine Azteklerin Sanat Tanrısı Hoşipilli eşlik ediyor ve arkadaşı Demir Ayak. Böylece Dora ve biz kendimizi Mona Lisa tablosunun karşısında buluyoruz. Sanatsever çocukları gezdiren Hoşipilli sadece çocukları değil, onlara kitap okuyan büyüklerini de gezdiriyor farkında olmadan. Louvre Müzesi’ne gidiyoruz biz de yazar ve çizerin isteği ile böylece. Sonra da Dora ve Mona Lisa’nın sohbetine dahil oluyoruz. Elbette sadece sohbetleri değil, aynı zamanda tablonun kendisi ve ressam hakkında da bilgi alıyoruz. Dora merak ettiği her şeyi soruyor Mona Lisa’ya. Farkında mısınız bilmiyorum ama bir kitap üzerine yazarken dayanamayıp tüm detaylara giriyorum. Aynen şu an yaptığım gibi. Bunda bana iyi geleni paylaşma isteği baskın çıkıyor ama şimdi frenliyorum kendimi; çünkü alıp tam da çocuklara okunası diye aklımdan geçirdiğim kitaplardan bir tanesi elimdeki kitap. Üstelik ben bunu çocuk kütüphanesinden aldım. Bunu da özellikle ekliyorum çünkü bu mekanların olması bile mutlu ediyor beni. Aynen çocuklara sanat ile ilgili bu keyifli hikayeyi oluşturanların varlığı gibi.

Yazının Devamı

eğlenceli matematik masalları

Bazı yazarları niyetlerinden dolayı saygıyla selamlıyorum. İşte onlardan bir tanesi de Greg Tang. Bugün kütüphaneden aldığım kitaba biraz mesafeliydim açıkçası ilk başta. Çünkü kişisel gelişim, zeka gelişimi gibi kelimeleri ve sunduğu şeyleri açıkçası pek sevemedim önceden beri. Bu kitabın kapağında da “Zeka Geliştirici Sayma İşlemleri” yazısını görünce bir an duraladım. Ancak yine de bu satırları yazıyorum çünkü kitabın en arka sayfasında yazarın cümleleri ve niyeti kadar resimler ve anlatılanlar da oldukça güzel. Edebiyatın neresindedir sorusu ise beni aşar. Sadece şunu söyleyebilirim, niyeti zaten belli ve bunu gerçekleştirmek için ustalıklı bir yol izliyor yazar. Niyeti okul öncesi grupta yer alan çocuklara matematiği sevdirmek. Açıkçası bence (sadece bir okur olarak söylüyorum) yazarlık süreci de bu yaş grubu için (3-6 yaş aralığı diye belirtilmiş) oldukça iyi. Doruk Yayınları’ndan çıkan kitabın en az yazarı kadar kitaba değer katan çizeri de Heather Cahoon. Türkçe’ye Nihan Somay tarafından çevrilen kitap aslında bir serinin kitabı. Bu seri de Doç. Dr. Enis Sırıksaran editörlüğünde elimize ulaşıyor.

Aklıma Toprak Işık’ı getirdi bu kitap, sadece hedef kitlesi farklı yazarların. Işık’ın hitap ettiği kesim ilköğretim düzeyinde. Elimdeki kitabın yazarı ise oldukça küçük bir yaş grubuna matematiği sevdirme niyetiyle yola çıkıyor. Oldukça zor bir işi oldukça sevimli bir kanalla gerçekleştirmeye çalışıyor. Toprak Işık da benzer bir kaygı ile seri hazırlamış ve romanlarına sayısal bilgilerdeki konuları serpmişti. Dolayısıyla bana göre hedefledikleri gruplar ve hitap şekilleri de buna bağlı olarak farklı olsa da Greg Tang’ın Türkiye temsilcisi sadece Toprak Işık olabilir.

Geliyorum kitaba. Öncelikle çizimlerinin oldukça güzel, sıcak ve renkli olduğunu belirtmem gerekiyor. Ayrıca sayılarla tanışan küçük adam ve kadınlar için oldukça da çekici hikayeler oluşturulmuş her bir rakam için. Birden ona kadar olan rakamlarla ilgili oluşturulan hikayelerde birden başlayarak sırasıyla, örümcek, kuş, kaplumbağa, sincap, rakun, su samuru, kelebek, yengeç, karınca ve kunduzların hikayelerine yer veriliyor. Bir örümcekle başlayan kitap, on kunduzun inşaat mühendisi olduğuna dair okuduğumuz hikayeyle sona eriyor. Oluşturulan hikayeler de paylaşmak, işbirliği, dayanışma, planlı olmak gibi temalar etrafında dönüyor. Dolayısıyla niyetini bir yana bıraksak bile hikayeler kendi içinde değerli.

Yazının Devamı