Pimm van Hest birçoğumuzun kelimelere dökmekte zorlandığı bir gerçeği koyuyor önümüze. Hem de usulca ve incitmeden. Küçücük bir çocuğa annesinin öldüğü nasıl anlatılır? Hele de soyut ve somut kavramları ayırmak için daha erken bir dönemdeyse ve ölüm kavramı ona çok uzaksa. Cevabını vermekte zorlanıyorsunuz değil mi? Aynen, ben de öyle. Oysa öğretmenlik mesleğini bir yıl yapan ve ardından psikoloji eğitimi alan yazar bu acı gerçeğe dokunuyor hepimizin adına. İyi de yapıyor.
Hepimiz en temel insani refleksiyle acıdan kaçarız değil mi? Ama bildiğimiz bir diğer gerçek de bazı acıların zamansız kapılarımızı çalabileceği. Belki de yaşamın içindekileri kabule geçmekle başlamalıyız acıyı konuşmaya. Yarının ne getireceğini bilmediğimiz gibi çocuklarımızın neleri yaşayacağını da bilmiyoruz. Belki de en büyük hatayı onları her şeyden uzak tutmaya çalışırken yapıyoruz. Özellikle şehirlerde yaşayan çocuklar doğanın döngüsü hakkında pek de fikir sahibi olamıyorlar. Ya da fikirleri olsa da deneyimleri olmuyor. Bir canlının doğumuna tanık olamıyorlar, yine bir canlının ölümüne olamadıkları gibi. Ya da en basit haliyle doğal seleksiyon hakkında gördükleri ve düşündükleri yok. Yaşam ve ölüm dengesini kuramıyorlar. Elbette niyetim suçlu aramak değil, bu haddim de değil; sadece yaşamı tamamen kavrayamadığımızdan dem vuruyorum. Belki de bu nedenle çok daha kırılgan yaşamlarımız. Ölümle hayatında ilk defa morg önünde karşılaşan bir insan hayatının en büyük yıkımını yaşıyor haliyle.
Şimdi bunları yazarken aklıma Eşkıya filmindeki ölüm sahnesi geldi. Ne demişti orda oyuncu ölmek üzere olan Cumali’ye; “... korkma sadece toprağa gideceksin, sonra toprak olacaksın sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin oradan özüne ulaşacaksın, çiçeğin özüne bir arı konacak, belki, belki o arı ben olacağım.” Çok etkilenmiştim bu sözler karşısında. Ama atladığımız şu var, bu film yetişkinler için uygundu. Yani elimizde çok daha kırılgan ve bir o kadar da yaratıcı başka dostlarımız var. Onlar da çocuklar. Mesele bunu onlara nasıl anlatacağımızda. Ölümün ardındaki yokluğu en fazla hissedenler çocuklar çünkü. Küçük yaşta anne-babasını kaybeden çocuklara toplumun bakışı da eklenince öksüz ve yetim sıfatlarıyla işler daha da zorlaşıyor. Her iki sıfatı da sevmiyorum; öncelikle bunu belirtmek istiyorum. İnsanları eksikleri üzerinden tanımlamayı da sevmiyorum. Evet duygusal bir toplumuz ama yaraları sarmak eksik olana sürekli yapılan vurgu üzerinden olmuyor maalesef. Aksine bu başka yaralara da sebep olabiliyor.