Kapak resminden içimizi ısıtmaya başlayan bugünkü hikayemiz “Anne ben kimim?” adlı kitap. Mavibulut Yayıncılık tarafından yayınlanan kitabın Türkçesini Oğulcan Açıkel yapmış. Marianne Valentine tarafından yazılan ve Philip Giordano tarafından resimlenen kitap kapağından yakalıyor okuru. Gözlerini kocaman açıp annesine bakan meraklı bir kız çocuğu ve ona şefkatle bakan, dinleyen, ilgilenen annesi. İşte hikaye başlıyor. Mimi adlı karakterimiz kaşığın içine, fırının camına, aynaya, pencerenin camına, musluğun üzerine ve en sonunda annesinin gözlerinin içine bakıyor ve her birinde başka rollerde hayal ediyor kendisini. Her defasında sorular soruyor baktığında beliren suretine; ben kimim diye. O sorarken biz de resimlerle eşlik ediyoruz onun sorularına. Neler olabilir Mimi diye mi soruyorsunuz, işte Mimi’nin aklında gezen sorular; sanatçı, ressam, ozan, heykeltıraş, fırıncı, kimyager, büyücü, avcı, kaşif, yunus, denizkızı ve balerin. Mimi uykuya dalmasa daha neler eklenecekti kim bilir bu meslek gruplarına. Nasıl güzel bir hayal gücü, nasıl güzel resimler kesinlikle görmeniz lazım. Sizi de içine alıyor ve aynı hayal alemine dalıyorsunuz Mimi ile. Okurken aklıma gelen konulardan bir tanesi de sıradan ve çokça duymaya alıştığımız meslek gruplarının –öğretmen, doktor, mühendis vb- sıralanmamış olması. Mimi suretini gördüğü nesneler üzerinden kendini tanımaya ve hayatı algılamaya çabalıyor. Öyle öğretilmiş, klasik ve muhtemelen iş getirecek şeylere bulaşmıyor. Hani denilir ya saldım aklımın iplerini diye işte tam da bu. Ne güzel şeydir küçücük bir çocuğun karşılaştığı her şeyde kendini hayal edip hayaliyle etrafına ışık tutması. Bir de ister istemez okuyup duyduğumuz her şeyde, hele de anne iseniz çocuğunuza dair düşündüğünüz her şeyde ister istemez kendi çocukluğunuza ve orada size iyi ve kötü gelen şeylere bakıyorsunuz. Bakıyorsunuz çünkü iyi gelenleri süzüp çocuğunuza ulaştırmak istiyorsunuz. Hemen her ebeveynin temel derdi kendisinden daha iyi bir yaşam sunabilmek değil midir çocuğuna? Ya da onun hayattan zevk alan, merakı canlı ve hayal gücü yüksek, mutlu bir çocuk olması değil midir temel soru? Peki bu içinde yaşadığımız gerçeklikte neye denk düşer bu soru? Üniversite sıralarına kadar meslek tercihi yapamayan, hatta üniversite okumak dışında başka tercihi olmayan insanların çoğunlukta olduğu bir ülkedeyiz maalesef. Hal bu olunca üstüne bir de üniversite tercihlerinde nereyi tercih edeceğini bilmeyen, o kapıdan içeri başını sokmak için sadece puanını bekleyen yüzlerce genç var hayatlarımızda. Bir de ülkenin içinde bulunduğu koşullar göz önüne alındığında burdan kafasını içeri sokabilenler de iş garantili meslek gruplarına yöneliyorlar. Neden mi çünkü genelde ebeveynleri tarafından yönlendiriliyorlar. Hayatın gerçeği belki de anne babaların çocuklarını dinlemelerine bile engel oluyor. İyi de o zaman severek yapacağı iş, isteyerek hergün uğraşacağı meşgale ne oluyor? Şanslı olanlar bunu bir şekilde bulup, azıcık kendini dinleyip isteğinin peşinden gidebiliyor. Zor zor, gerçekten zor, hele de nitelikli bir eğitim ile hayata hazırlanmak sahiden zor. Nerdeyse üniversiteye gitmek dışında bir tercihin olmadığı ve belki de bu sebeple nerdeyse herkesin üniversite mezunu olduğu ülkede bu sefer de iş bulma kaygısı kişisel istek ve merakı kenara bırakmaya sebep oluyor. Sonuç mutsuz insanlar topluluğu. Tamam elbette bu denli karamsar değil, arada içinden geçtiği yolları bilip, istediğinin peşinde koşan ve her türlü mücadeleye bu sebeple göğüs geren insanlar var ve iyi ki de var. İçimden geçen şudur ki Mimi gibi çocuklar çoğalsın. Hayatın her alanına dahil edilen, hayatın her alanına dokunan, merakı çok, yaşama sevincinde olan çocuklar çoğalsın. Onların ilgi ve becerilerine uygun koşullar ve eğitim sistemi için kafa yorsun büyükleri. Öyle ki hayal dünyaları aldıkları eğitimle gelişsin. Ebeveynlerinden yana şanslı olmayanların hayatlarına bir artı olarak eğitimciler dokunsun. Öyle ki gönül rahatlığı ile herkes kurumlarla beraber yol olabilsin. Mimi’ler çoğalsın hayatlarımızda. Gözlerimizin içine bakıp hergün düzinelerce soru soran o meraklı bakışlara cevap vermekte zorlanalım ve cevap arayalım onlara. Beraberce büyüyelim, öğrenelim küçük arkadaşlarımızla. Güven verebilelim ki istedikleri gibi kanatlarını açsınlar gökyüzüne. Çok mu şey böylesi çocukları izlemek acaba? Mimi’nin annesinin dediği gibi “Işıl ışıl ışılda benim küçük yıldızım. Benim için zaten sen her şeysin” diyebilen ebeveynlerin çoğalması dileğiyle. İlk adım belki “Anne ben kimim?” kitabını okumakla başlayabilir.
Herkes Özgür Doğar
Mandolin Yayıncılık tarafından basılan ve Senem Onan’ın yayın yönetmenliğinde Türkçeye kazandırılan kitap Uluslararası Af Örgütü’nün katkılarıyla hazırlanmış bir kitap. Elimize aldığımız kitap bu kadarıyla değil; tam 28 tane illüstratör tarafından resimlenmiş. Dünyanın farklı ülkelerinden, çocuk ortak paydasında birleşen bu birbirinden kıymetli resimler ve çizerleri İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni çocuklar için okunabilir hale getirmişler. Çok da iyi bir işe imza atmışlar. Tüm çocukların eşit doğduğu, her çocuğun özgürlük ve güven içinde yaşama hakkına sahip olduğunun anlatıldığı iki resimde çocuklar zıplıyor ve el ele tutuşarak parkta oyunlar oynuyor. Kimseye köle olunamayacağı ve kimseyi kendimize köle yapamayacağımızı anlatan resimler ise kavramın adını bilmeseniz de resminden kaçabileceğiniz şekilde tasarlanmış. Sanırım böylece köle denildiğinde bile çocuklar okumaya gerek duymadan kavramın olumsuzluğunu görebilecekler. Küçük bir kız bebek üzerinde ise hiç kimsenin çocukları incitmeye hakkı olmadığı ve şiddetin kötülüğü resmediliyor. En güzel sayfalardan bir tanesi de herkesin hukuk karşısında eşit olduğunun söylendiği resim. Burada her yaş grubundan insanlar ayçiçeklerinin önünde ve mutlu şekilde resmedilmiş. Yine adalet terazisinin bir tanesinde kız çocukları, diğerinde ise erkek çocukları gösterilerek yasaların karşısında herkesin eşit olduğu belirtiliyor. Her madde kadar her resim de o kadar etkileyici ve güzel ki tekrar tekrar resme geri dönüyorsunuz, en azından biz okurken öyleydik. Bir başka sayfada aşçı bir kediden kaçan minik fare kendisine adil davranılmadığı için hukuka başvuruyorken gösteriliyor. Böylece fiziksel gücün yasalar önünde anlamsızlığı çocukların zihnine yerleşiyor ve iyi de oluyor. Yine haksız yere hapse atılamayacağımız veya ülkemizden gönderilemeyeceğimiz bilgisi, ortadaki kuşları elindeki aletle yakalayıp kafese koymaya çalışan kedi resmiyle sunuluyor. Bir kuş da gagasıyla anahtarı taşıyor. Adil yargılanma hakkı kadar suçlanan kişinin suçunun sabitlenene kadar suçlu ilan edilemeyeceğini gösteren resim de güzel. Küçük bir kız çocuğu yere düşen bir vazonun önünde o vazoyu kendisinin düşürmediğini anlatıyor iki yetişkin insana. Yetişkinlerin sadece bacakları görünüyor. Hem küçük hem büyük anlamını düşünebilirsiniz ama bu yazı dizisi gereği çocuklardan taraf bakınca onları her koşulda dinlemek gereğinin altı bir kez daha çizilmiş oluyor. Onlara ortada varolan ne ise ona dair söz hakkı tanıma gereğini hatırlamak büyüklerin her zaman aklında olması gereken temel şeylerden bir tanesi. Yine hiç kimsenin evimize izinsiz girip mektuplarımızı okuyamayacağı anlatılıyor bir başka madde ve resim ile. Bazen biz büyükler için önemsiz olan küçücük şeyler çocukların tüm dünyaları olabiliyor. Bu nedenle onlara ait olanı onlardan izinsiz kullanmamak onların sahip olduğu temel bir hak ve onlara saygı duymaya doğdukları andan itibaren başlamalıyız. Beni en fazla etkileyen bir başka resim de herkesin ülkede seyahat özgürlüğü olduğu ve istediği zaman başka ülkeleri de gezebileceklerini gösteren resimdi. Kağıttan uçurtmalar dikenli tellere takılıyor ve orada kalıyor bu resimde. Oysa ki çocukların dünyasına uygun değildir dikenli teller ve temel haklardan bir tanesidir onların olabildiği kadar özgür olabilmeleri. Bir diğeri de kendi ülkesinde tehlike altında olan bir çocuğun başka bir ülkede yaşama hakkı olduğunun gösterildiği resim. Büyükçe bir leyleğin sırtında uçan ve bacağındaki zincir kopmuş çocuk kelebeklerin, çiçeklerin ve renklerin olduğu bir başka yere uçuyor bu resimde. Herkesin bir ülkenin vatandaşı olmaya, yeterli yaşa geldiğinde evlenmeye ve boşanması halinde eşiyle eşit şekilde haklara sahip olmaya, herkesin istediği görüşe inanmaya ve isterse onu değiştirmeye, herkesin kendi kararlarını almaya ve düşündüklerini söylemeye hakkı olduğu da diğer maddeler arasında yer alıyor. Elbette her madde için yine harika resimler bulunuyor. Örneğin farklı hayvanların bulunduğu bir sınıfta tavşan, kurbağa, köpek, baykuş, aslan, boğa ve benzeri bir sürü hayvan farklı şeyleri söylüyor ve diğerleri onun görüşlerine saygı duyuyor bu madde anlatılırken. Bir diğer güzel resim de herkesin kendi ülke yönetiminde söz sahibi olacağı. Çocuklara verin sözleri ve tüm politik kararlar onların önceliğinde alınsın, olmaz mı? Olur hem de çok güzel olur, parklar çoğalsın, onların oyun alanları, eğitim alanları niteliksel açıdan zenginleştirilsin ve doğal ortamda, en iyi şekilde gelişip büyümeleri için ne gerekiyorsa ona karar verilsin tüm karar mekanizmalarında mesela. Müzik, sanat, sporun herkes için olduğu kadar hastalık halinde tıbbi destek almak da bir haktır ve bu da çocukların gözüyle ve onların anlayabileceği şekilde anlatılıyor resimlerde. Kitap, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin çocuklar tarafından anlaşılmasını sağlamak üzere tasarlandığı için resimler de buna göre çiziliyor. Domuz, kedi, gergedan ve köpeğin çalışma şartlarında işi karşılığında ücret almaları ve istediği sendikaya bağlı olmalarının bir hak olduğunun vurgulandığı resimde her hayvan baltanın bir tarafından tutup kaldırıyor havaya çiviyi çakmak için. Tatil ve dinlenmenin de bir hak olduğu, herkesin iyi bir yaşam sürmeye hakkı olduğu da diğer maddeler arasında yer alıyor. Bu herkese dezavantajlı denilen gruplar da dahil. Yaşlı, işsiz, engelli, çocuk, kadın vb tüm grupların yaşama dahil olması gereğinin altı çiziliyor hepsinin yer aldığı bir resimde. Bilim ve eğitimin herkesçe içselleştirilebileceği ve herkesin mutlu bir yaşam sürerken başkalarının haklarına da saygılı olunması gerektiği vurgulanıyor. Herkesin hak ve sorumluluklarının farkında olması gereği de yine harika resimler eşliğinde okuyucuya ve izleyiciye sunuluyor. İzleyici diyorum çünkü okul öncesi çocuklar resimleri izlerken kitabı kendisine okuyan büyüklerini dinliyor ve onlar adına bu bir izlence. Güzel de bir izlence. Kitabın en arka kısmında 28 çizerin kısa özgeçmişleri yer alıyor. Birbirinden farklı coğrafyalarda, farklı sosyoekonomik şartlarda ama çocuk ortak paydasında birleşen bu güzel insanları daha yakından tanımak adına güzel bir ekleme yapılmış. Umuyoruz ki her çocuğun özgürce ve bu maddelerde yer alan tüm haklarını yaşayabileceği bir dünyaları olur. Kitap bu temel hakları çocuklara aktarmamızı sağlaması bakımından önemli ve kıymetli. Çünkü aslında çocuklar kıymetli ve onlara yapılan her “iyi” şey geleceğe atılan önemli bir çaba. Bu anlamda çocuklara dair yapılacak iyi şeylerin çoğalması dileğiyle.
“Zogi” ve İnsanlık Hallerimiz
Herkesin mutlu olacağı farklı bir işi, uğraşı vardır muhakkak. Kimileri bunu farkeder ve kendine iyi gelen neyse ona yönelir; kimi de belki bir ömür anlayamaz kendiyle olan derdini. Tanımadan sevdiğimiz insanlar vardır, sadece hayat hikayelerinden saygı duyduklarımız gibi. İşte onlardan bir tanesi Julia Donaldson. Belki çocuklarından dolayı tanıyanlar vardır bu yazarı, ben ilk defa tanıyorum. Önce kitabını merak edip aldım çocuk kütüphanesinden, sonra yazarı nedir, kimdir diye bakarken biyografisine ve kendisi için hazırlanan web sayfasına(www.juliadonaldson.co.uk/index.php) takıldım. Her açılan sayfada ayrıca mutlu oluyor insan. Neden mi? Mesela üniversite eğitimi almış bu yazar, sokak tiyatroları yapmış, mesela çocuklar için şarkılar hazırlamış. Çocuk kanallarına epeyce katkı sunmuş. Mesela hayatını bir adamla paylaşırken onunla beraber çocuk şarkıları yapmışlar. Ne güzel bir ortak yaşam hayalidir böyle. Beraber belgesel çeken, beraber müzik yapan, beraber bir işin ucundan tutarken keyif aldıklarından keyif verenlere dönüşmek hem şans hem de belki yoğun bir çabanın sonucu. Sayfada gezerken kitaba tekrar saygı duymam bundan. Bu kadın bir günlük hayatını anlatırken de keyifle anlatıyor her anını. Öyle ki hayata küsmüş/küstürülmüş nicelerimiz gibilerine yaşamdan bir parça sunmakla kalmıyor, o enerjisini okuyan olarak bizlere de bulaştırıyor. Kitabını açık söylemek gerekirse fazla iyimser bulmuş olabilirim ama çocuklar iyi olanı fazlasıyla hak ediyor zaten. Bu anlamda sorun yok, yaşamı ve yaşama kattıklarıyla iyimser zaten Julia. İş Bankası tarafından basımı yapılan ve Axel Scheffler tarafından resimlenen Zogi adlı kitap okul öncesi çocuklar için çok hoş bir kitap. Elbette okurken her sayfada duran ve düşünen, yaşadığımız dünyada nereye denk düştüğüne bakan veya bakmaya çabalayan okurlar için çoklu anlamları da var. Basit bir dille ifade edersek okul öncesi eğitim alan bir ejderhanın okulda öğrendikleriyle başlıyor kitap. Ama bir saniye, neden hemen sarıp sarmalıyor burada bile önce kendimce onu söylemek istiyorum; bu okulda öğretmen çocuklara yaşama dair ne varsa onu öğretiyor ama öncelikle kendi başlarına hayatta kalmaları için gereken temel şeylerden başlıyor. Ayrıca bir kez anlatıyor ve çocukları, yani yavru ejderhaları söyleneni denemeleri için kendi başlarına bırakıyor. Böyle okuyunca çocuğunun ödevlerini yapan ebeveynler geldi aklıma ve onları da bu ejderha sınıfına davet etmek istedim. Neyse dönüyorum hemen kitaba, yavru ejderhamız Zogi ana karakterlerden bir tanesi. Elbette yavru olmakla eşitleniyor tüm canlılar ve bu haliyle hepsi çok sevimli. Zogi de öğretmenin öğretmeye çalıştıklarını kendi başına denerken zorlanıyor, yaralanıyor ve başına türlü kazalar geliyor. Çünkü bir sene uçmayı denerken ağaca çakılıyor, ikinci sene kükremeyi öğrenirken sesi kısılıyor fazla bağırmaktan, üçüncü sene ağzından alevler çıkarmaya çalışırken kendi ateşiyle kanadını yakıyor. Kısacası hayat deneme yanılma yöntemiyle gelişiyor ama Zogi’yi farklı kılan ona her defasında yardıma koşan Prenses İnci. Elbette prenses olduğunu sonradan öğreniyoruz. Kabul edeyim prenseslerin işin içine girmesi azıcık “of yine mi” havası yaratsa da hikayeyi kaldığı yerden sarıyor yine yazar. Son ders olarak prenses kaçırma ödevini alan ejderhalar prenses avına çıkıyor. Bizim Zogi de yine başarısızlığa uğruyor ama ağaca çarptığında başına bant saran, sesi kısılınca kendisine pastil veren, kanadını yaktığında oraya bandaj yapan İnci yetişiyor imdada. Kendisini feda eder gibi görünerek Zogi’ye teslim oluyor ama aslında kendi özgürlüğüne doğru yola çıkıyor İnci. Zogi sevinçle ve sözümona prenses kaçırmış olmanın mutluluğuyla okula getiriyor İnci’yi. Elbette yıldızı da alıyor böylelikle. İnci burda diğer ejderhaların bakımlarıyla ilgileniyor ve hemen kaynaşıyor yeni yaşamına. Bir zaman sonra kendisini kurtarmaya Cesur Prens adında bir şövalye geliyor. İzlediğimiz veya okuduğumuz pekçok masalda, çizgi filmde maalesef kurtarılmayı bekleyen prenses ve onu kurtaran erkek motiflerini alt üst ediyor çok şükür ki bu kitap; çünkü İnci kurtarılmayı istemiyor. Öyle ki karşı karşıya gelen Zogi ile Cesur Prens’e söylediği sözler altın birer küpe olsun bu tarz kitap yazmaya devam edenlere. İşte şöyle diyor İnci; “DURUN, sizi şapşallar! Dünyada zaten yeterince kesik, yanık, bere var. Kurtarma beni! Geri dönüp bir prenses olmayacağım, O süslü püslü, aptal elbiseler içinde sarayda salınıp durmayacağım. Doktor olmak istiyorum ben. Dere tepe dolaşıp İnsanların dertlerini dinlemek, onları iyileştirmek istiyorum ben.” İşte bu; harikasın İnci, neden mi? Saçma sapan prenses rollerini terk ettiğin için, hayatının kurtarıcısı olmayı seçip kurban rolünü istemediğin için, her şeyden önemlisi yaşamın kıymetini bilip ne olmak istediğini görebildiğin için. Sunulan ve dayatılan tüm saçma rolleri seninle birlikte okuyucunun da atmasına vesile olduğun için. Elbette Julia, sayfalarca yazı yazıp da anlaşılması güç dillerde meram anlatma çabasından öte az söz ve olayla en net cümleleri ebeveynlere ve çocuklara ulaştırdığın için bir kez daha teşekkürler sana, kalemine sağlık. Peki ne oluyor dersiniz sonra, şövalyede aniden bırakıyor zırhını ve o da doktor olmak istediğini söylüyor. Zogi de uçan ambulansları oluyor. Hayat daha güzel ve anlamlı oluyor Zogi ve İnci ile. Yaşamdan yana kalem oynatan herkese gelsin bu kitap. Bir de hala çocuklarını hediye paketi yapıp prens, prenses rolüyle hayatı onlara dar edenlere. Yaşam sahiden bu iki seçenekten çok daha fazla ve güzel. Ali Berktay tarafından Türkçe’ye çevrilen kitap için bu tadın süreceği nice çeviriler diyelim.
Belleğini Yitiren Tilkinin Öyküsü
Günümüzde en sık duyduğumuz hastalıklarından birisi olan Alzheimer, demans bir çocuk kitabına konu oluyor ve çok da iyi oluyor. Çocukların hayatı algılaması ile belki daha güzel bir hayata kavuşabiliriz. Farklı olanı tanıması, ona nasıl davranacağını bilmesi çocuğun geleceği güvenle göğüslemesini de sağlayabilir. Herhangi bir şekilde eski yaşam şeklini süremeyen bir canlıya nasıl yaklaşacağını da gösteriyor bu kitap. Böylece onun için korkulası olmaktan, kaçınılması gereken olmaktan uzaklaşıyor bu farklı olan yaşam ve canlılar. Belleğini Yitiren Tilki 2011 Alman Çocuk ve Gençlik Edebiyatı almış bir kitap. Gergedan Yayınları tarafından basımı yapılan ve Türkçe’ye Kazım Özdoğan ile kazandırılan kitabın yazarı Martin Baltsheit. Elbette çocuk kitaplarının hemen hepsinde olduğu gibi çizimler, resimler, grafikler de kitabın anlaşılmasını, çocukların onları hayallerinde canlandırmasında son derece etkili. Bu anlamda bu kitap belleğini yitiren tilkinin hayatı algılama şekline göre resimleniyor. Böylece kendimizi tilkinin yerine koyabiliyoruz. Yazılar puntoları ile, çizimler renkleri ve sunumlarıyla onun hayatı gördüğünü görmemize yardımcı oluyor. Bu anlamda da ayrıca özel bir kitap.Vaktiyle haftada bir gün genç tilkileri yemeğe çağıran ve onlara yaşamsal tecrübelerini aktaran ana karakter tilki hızlı ve dolu dolu bir yaşamın sonunda yaşlanmaya ve bazı şeyleri unutmaya başlıyor. Önceleri günleri, sonra düşüncelerinin bazılarını, sonra arkadaşlarının doğum günlerini unutan tilkinin unuttuklarına her gün yenileri ekleniyor. Öyle ki zamanla ne olduğunu, evini, aç olup olmadığını bile unutuyor. Hal böyle olunca etrafındaki bazı canlılar için tehlike iken şimdi her şey onun için tehlike olabiliyor. İşte bu kritik eşikte yazar devreye giriyor. Önceleri haftada bir gün genç tilkileri evinde ağırlayan tilki bu kez onların desteği ile yaşamını sürdürüyor. Bu yönüyle sosyal sorumluluğu çocuklara vermesi yazarın toplumsal mesajını da oluşturuyor. Yaşam döngüsünde bir çeşit görev değişimi diye de okuyabiliriz. Bu yanıyla elbette güzel, elbette kıymetli. Hangi koşulda olursa olsun bir canlının kendini güvende hissetmesi ve yaşamına uygun koşullarda devam etmesi önemli ve gerekli. Bu bakış açısını edinen çocuklar için gelecek daha erişilebilir şehirler (yaşılar, engelliler, çocuklular vb.) olarak başlar ve hayatta atılacak her adımda onlar da sürece dahil edilebilir. Örneğin evlerin mimarileri yapılırken, binalar inşa edilirken, iş hayatında görev dağılımı yapılırken, parkta, sokakta, spor alanlarında kısacası hayatın her alanında yaşam “normal”in dışında olanlar için de kurgulanır ve onların da bu haklardan faydalanacağı şekilde tasarlanırsa yaşam daha güzel olur. Yaşlılık ve getireceği olası değişimlerin sancısını en aza indirmek sadece aile bireylerine değil tüm politikaların da liste başında olduğunda yük paylaşılır ve kaliteli bir yaşam sürdürülebilir. Sosyal sorumluluk projeleri bu anlamda elbette kıymetli ve gerekli. Bu kitap bu amaca da hizmet ediyor. Vaktiyle genç tilkilere başından geçen maceraları anlatan tilki bu kez onların hikayelerini dinlerken buluyor kendini. Yaşlıların ve diğer toplum katmanlarının (engelli, çocuk, kadın vb) kendilerini huzur içinde hissedecekleri, yaşama dahil olabilecekleri ve kabul görecekleri daha güzel bir dünyanın yoluna küçük ve oldukça kıymetli bir çaba ekliyor yazar kitabıyla. Çünkü çocuklar geleceğimiz ve onları “güzel, iyi” diye bilenen ne varsa, yaşamdan yana neyse sunulan ona dahil etmek belki de yapabileceğimiz en güzel şeylerden bir tanesi. Çünkü çocuğuna sahip çıkan toplumlar geleceğini önemsiyor demektir. Ona sarılan toplumlar geleceğe güvenle yaklaşırlar. Tam da yazarın yaralanan ve genç tilkiler tarafından bulunan, sahiplenilen tilki için söylediği gibi; “İsimleri aklında tutamazdı, Evin yolunu bulamazdı, Yalnız uyumayı hiç mi hiç sevmezdi. Ama artık yalnız uyumak zorunda değildi…” Belki de toplum olmanın en güzel yanı birbirimizin yaralarına iyi gelmektir. Çocuklar bu konuda oldukça iyilerdir. Neşe katarlar tüm dertlere, bu nedenle de yaşlılarla çok yakındır davranışları. Birisi büyük çocuk, diğeri küçük. Bu sebeple belki de ortaktır yaramazlıkları. Bir elin diğer ele dokunması dileğiyle ve bu güzel kitabı etrafınızdaki çocuklara okumanız dileğiyle.
Leonardo ve Uçan Çocuk
Bazen elime aldığım kitabın çocukların heveslerini, becerilerini, olası potansiyellerini geliştirmeye çaba harcadığını hissetmek ayrıca mutlu ediyor beni. O kitabı eline alacak olası tüm çocuklar ve ebeveynleri veya büyükleri adına bir kat daha seviniyorum. Bu yazıların bir amacı da zaten iyi ve güzel bildiğimizi daha geniş kesimlerce paylaşabilmek, özellikle de çocuk dünyasında. İşte bu niyetle elimize aldığımız bir başka kitap da “Leonardo ve Uçan Çocuk.” Kitabın iç kısmında şu cümleleri yazmış yazar “Oğlum Tom için… Her şey mümkündür…” Nasıl güzel bir cümle. Tüm çocuklar için her şey mümkündür, yeter ki siz istenen koşulları oluşturma gayretinde olun. Çünkü çocuklar hiçbir otorite ve imkansız kelimesinin anlamını bilmezler, çünkü hayal dünyaları geniştir, çünkü onlar yaşamdır. Hüzünle karışık bir umut da beliriyor çocuk dünyasını düşününce. Elbette eşit değiller, elbette farklı coğrafyalarda, bazen aynı coğrafyada farklı hanelerde farklı eşitsizliklerle mücadele ediyor çocuklar. Örneğin geçtiğimiz yıla damgasını vuran Aylan Bebek. Ah ah keşke tüm politikalar sadece çocukların daha iyi koşullarda yaşamalarına olanak sağlamak üzerine kurulu olsaydı. Keşke çocuklar sadece kırılan oyuncaklarına üzülseydi de tek sıkıntımız onu onarmak olsaydı. Dünyanın hemen her yerinde çocuklar en savunmasız ve risk altında kesimi oluşturur. Ona davranışımız ise insan ve kurum olarak da bizim ne olduğumuzu gösterir. Kalemini, gönlünü, elini ondan taraf tutanların bolluğunda olsun her şey.İşte tam da bu niyetle hazırlanan bir kitap “Leonardo ve Uçan Çocuk.” Leonardo Da Vinci’nin yaşamından gerçek bir hikayenin anlatıldığı bu kitap çocukların tarafından bakıyor Leonardo’ya. Onun atölyesinde çalışan ve onun dünyasına misafir olan Zoro ve Salai adlı iki çocuk üzerinden onun çoklu yönlerine tanık oluyoruz. Zoro’ya söylediği “Her şeyi anlamaya çalışmalıyız” sözleri ardından gelen resimlerle hayatın nasıl başladığı, bitkilerin nasıl büyüdüğü, gezegenlerin nasıl hareket ettiği ve elbette insanın nasıl bir kuş gibi uçtuğu soruları hem Leonardo’nun hem de onun sayesinde o atölyedeki çocukların akıllarına sokuluyor. Anahtar kelimeyi kendimce belirledikten sonra yinelemek istiyorum “Her şeyi anlamaya çalışmalıyız.” Bu çaba peşinden çok daha güzel şeyleri getirecektir. Yaşama karşı merakı canlı tutma telaşı işte tam da bu söz. Yoksa senelerin yıprattığı büyük bedenler olarak sonlanıyor her şey. Oysa yaşamın anlamına bakmak, o merakı canlı tutmak belki de en temel mesele. Kitapta hem uyumlu bir çocuk olan Zoro, hem de biraz daha kontrolü zor ama merakı fazla olan Salai’nin atölyedeki hayatları ve Leonardo’nun ressam, heykeltraş, müzisyen ve bilim adamı olarak sunulan kişiliği ile bizler de o atölyenin gizli konukları gibi oluyoruz. Leonardo’nun hergün yeni bir buluşa imza atması ile bizler de (elbette hem büyükler, hem okul öncesi çocuklar) bu ilklerin içinde dolaşıyoruz. Bisiklet, paraşüt, dalış kıyafeti, can simidi, suyun üzerinde yürümek için alet vb. işte bunlardan sadece birkaçı. Yaşama merakı canlı tutmayı tembihleyen Leonardo’nun belki de davranışsal olarak en güzel örneği, Pazar yerine Zoro ile gitmesi ve bir kafes dolusu kuşu satın alarak onları gökyüzüne salmasıdır. “Kuşlar özgür olmalıdır” der Leonardo. Tüm canlılar, çocuklar, kadınlar ve diğer tüm canlılar gibi. Hatta bu sayfayı okurken hayvanat bahçelerinde kısacık alanlara hapsedilen tüm canlılar geçiyor aklımdan hemen. Hepsi aslında “özgür” olmalı. Keşke herkese Leonardo’nun ruhu bulaşsa diye geçiriyor insan bu örneği okuyup, resimleriyle zihninde o anı canlandırınca. Ayrıca Leonardo’da doğadan ders alıyor, ilham alıyor ve bunu kendi çalışmalarına aktarıyor. Mesela Zoro’ya kuşları saldığı an şu sözleri söylüyor; Bak Zoro, kanatları nasıl havayı itiyor görüyor musun? Bu bana bir fikir verdi.” İşte bundan sonra kendi tapınağı olan çalışma atölyesine koşuyor ve hayalindeki işle uğraşmaya devam ediyor.Kitabın her sayfasında sanatın bir başka dalı karşılıyor bizi yazar. Böylece buluşları kadar resimleriyle de tanışıyor küçükler Leonardo’nun. İşte sadece bir tanesi Monalisa tablosu. En güzel yanı da anlatılanların hep çocuk gözüyle kelimelere yansıması. Örneğin Monalisa tablosunu anlatan Zoro’ya göre onun yüzündeki o gizemli gülüşün altında Leonardo’nun kilitli çalışma odasında ne olduğunu bilmesi yatıyor. Etrafında çocuk olan veya kendi çocukluğunu anımsayan herkes bilir ki çocuklar gizemli şeyleri çok merak eder. İşte Zoro ve Saila da Leonardo’nun kilitli odasına girip henüz hazır olmayan uçma makinesini denemek istiyor. Zoro yaralanıyor ve Leonardo elbette üzülüyor bu duruma ama bu deneme ile bu makinenin ağır olduğunun ve kanatlarının daha uzun olması gereğini de fark ediyorlar. Böylece yeni bir sürece giriyor çalışmaları. Leonardo’nun kitabın ilk cümlesinde öğrencisi Zoro’ya söylediği gibi “Zoro, insanlar bir gün bulutlar arasında gezinecekler ve dünyaya tepeden bakacaklar. Her şey mümkündür.” Burdan bakınca basit ama yaşanılan döneme göre çok büyük bir buluş ve öngörü barındıran bu cümleler bugünkülere de ışık tutsun.Laurence Anholt’un kaleminden çıkan ve Cemile Şenulubaş Tankurt tarafından çevirisi yapılan kitap Pearson Yayıncılık tarafından 2011 yılında basılmış. Ayrıca kitap Anholt Sanatçılar Serisi’nin sadece birincisini oluşturmakta. Bu seride başka ressamlar da yer alıyor. Çocukların kitaplığında olacak en güzel serilerden bir tanesi. Bir başka kitapta buluşuncaya kadar sanatın en güzel hallerine tüm çocukların bulaşmasını diliyorum. Çünkü istenirse onlar için her şey sahiden mümkün olabilir ve her şeyin en güzelini hak ediyorlar, çünkü insanlığın en güzel hali onlarda ve umut onlarda.
Kütüphanedeki Aslan
Bazı kitaplardaki karakterleri öylesine yakın buluyor ki insan elinde olsa kitabın içine girip onlara şöyle sıkıca sarılmak istiyor. En azından ben okurken öyle oluyorum. İşte onlardan bir tanesi de “Kütüphanedeki Aslan” kitabının ana karakteri. Nasıl şirin bir şey, nasıl içli, nasıl duygusal, nasıl sıcacık duyguların merkezi; okunmadan anlaşılacak gibi değil. Hikaye oldukça kural düşkünü yöneticileri ve çalışanların olduğu bir kütüphaneye bir aslanın gelmesiyle başlıyor. Herkes şaşkın ama kurallarda aslanlarla ilgili bir madde olmadığı için kimse de ses çıkaramıyor aslana. Ses demişken elbette kütüphanedeki temel kurallardan bir tanesi ses çıkarmamak. Aslan kitapları kokluyor, çocuklara bakıyor ve hoooop masal saatinde minderlerin üzerine uzanıyor. Hayal ediyorum bizlerde de olsun, masal saatleri, böyle çocuklarla dolup taşan kütüphaneler. Ama öylesine değil, içeriği zengin ve evrensel değerlerle dolu kitapların bolluğunda kütüphaneler olsun mesela. Çok büyük istekler değil, sadece gelecek için daha güzel adımlar atmak isteyenlere örnek olsun mesela bu aslan. Masal saati için içi pır pır eden aslanın ruh hali sarsın mesela tüm çocukları. Kurumlar bunlara hizmet etsin mesela. Hatta öyle ki insanlar çocuklarına kendileri dışındaki canlılara da yaşam hakkı vermelerini göstersinler kendi davranışlarıyla. Söylemesinler, göstersinler ve söz yerini gözün şahitliğine bıraksın mesela. Tamam kütüphanedeki aslanımıza geri dönüyorum. Masal dinlerken sevinen ve bir anda sevincini kükreyerek gösteren aslan hemen uyarı alıyor. Kütüphane müdürü Bayan Tatlıhava eğer ses çıkartırsa aslanı kütüphaneden çıkarmaları gerekeceğini söylüyor. Hikaye bu ya aslan her söyleneni anlıyor ve oldukça üzgün şekilde beklerken bir küçük kız Bayan Tatlıhava’nın eteğini çekiştirip aslanı bu seferlik affedebileceğimizi ve ses çıkarmazsa hergün masal dinlemeye gelebileceği söylemesini istiyor. Elbette alıyor da bu sözü ve artık aslan her gün kütüphaneye geliyor. Öyle sadece masal saatinde de değil, erkenden gelip kapıda bekliyor. Böylece kütüphanenin yeni bir gönüllü çalışanı oluyor. Aslan kitapların tozunu alıyor, Bayan Tatlıhava’nın kitaplarını geciktiren çocuklar için hazırladığı zarfları yalayıp kapatılmasına yardımcı oluyor. Masal saati gelince de çocukların yanında oturup masalı dinliyor. Çocuklar da aslana yaslanıp masalın keyfini çıkarıyor. Bu durumdan memnun olmayan tek kişi kütüphane görevlisi Bay Vızvız. Öyle ki hani çok klasik ifade ile kraldan çok kralcı geçinenler var ya işte tam öyle bir tip. Kitabın yazarı Michelle Knudsen tandık bir karakter oluşturmuş Bay Vızvız’la. Aslanın kütüphanedeki varlığını gereksiz bulan ve onun yaşattığı onca güzelliği görmezden gelen Bay Vızvız hayatı tek tarafından yaşayanlara da güzel bir örnek. Bu örneğin dışındaki herkes hayatından ve aslanın kütüphanedeki varlığından memnunken bir gün Bayan Tatlıhava üst raflardan bir kitabı almak içlin uzanıyor taburenin üzerinden ve aniden düşüp kolunu kırıyor. O an yanında olan aslan da ne yapacağını bilemeden bekliyor ve yardım almak için Bay Vızvız’a gidiyor. Bay Vızvız’a burnuyla Bayan Tatlıhava’nın düştüğü yeri gösteriyor, başını çeviriyor, anlatmaya çabalıyor sorunu ama Bay Vızvız hiç ilgilenmiyor aslanla. Bu hal bazen sözcükler yardımıyla tamamen sorununu anlatamayan küçük çocuklara ve diğer canlılara duyarsız davranan büyükleri çağrıştırıyor kafamda. Bay Vızvız’a derdini anlatamayan aslan son çare olarak yüksek sesle gürlüyor ve kimsenin söylemesine izin vermeden kütüphaneden ayrılıyor. Çünkü biliyor ki kütüphanede ses yapmak yasak ve cezası tekrar kütüphaneye gelememek. Bay Vızvız aslanı şikayet etmek için Bayan Tatlıhava’yı ararken onun düştüğünü görüyor ve hikayenin en can alıcı sözcükleri de bu anda beliriyor: “Bazen kuralları çiğnemenin geçerli bir sebebi vardır, kütüphanede bile.” Kolu alçıya alınan Bayan Tatlıhava ertesi gün aslanı bekliyor ama aslan bir daha kütüphaneye gelmiyor. Çocuklar ve kütüphanedeki herkes onu özlüyor ve mutsuz bir hale bürünüyorlar. Bay Vızvız da nihayet hatasını anlıyor ve her yerde aslanı aramaya başlıyor. En sonunda kütüphaneye geri dönen Bay Vızvız onu kütüphanenin kapısından içeri izlerken buluyor. Bay Vızvız “Kütüphanede yeni bir kuralımız olduğunu bilmek istersin diye düşündüm. Eğer kaza geçiren bir arkadaşına yardım etmek gibi çok önemli bir sebebin varsa kütüphanede kükreyebilirsin” diyor aslana ve ordan uzaklaşıyor. Ertesi gün aslan yine kütüphaneye gidiyor ve herkes neşe içinde karşılıyor aslanı. Çocukların ve Bayan Tatlıhava’nın ona sarıldığı resim mutluluğun en yalın hallerinden bir tanesi. New York Times’ın en çok satanlar listesindeki 45 yazardan biri olan Michelle Knudsen’in bu güzel kitabını Kevin Hawkes resimlemiş. Tudem Yayınları’ndan çıkan kitabı bence etrafında çocuk olan herkes alıp okuyabilir, keyif almaları ve bu aslanı çok sevmeleri garanti. Unutmadan kitabın çevirisini Ekin Gökovalı üstlenmiş. İçindeki çocuğu büyütmeden ona gereken ilgiyi her daim gösterenlerin uğrak yeri olsun çocuk kitapları.
Sarı Papağanlar Mavi Papağanlar
Çocuk kitapları öyle bir defa okunup rafa yerleştirilmiyor, birkaç kez hatta bazen defalarca aynı kitabı okuyabilirsiniz. Bıkmaz çocuklar ve iyi ki öyle. Ben de bazen aynı kitabı okusam da başka cümleleri daha belirginmiş gibi geliyor. Sanırım okuyanın o anki algıda seçiciliğine de bağlı bu belirginlik. Evet bu şekilde defalarca okumaya maruz kalan bir kitabımız da “Sarı Papağanlar-Mavi Papağanlar”. Bu sefer önce kapağından başlayalım. İki ağaç gövdesinden gökyüzüne uzanan dallar ve yapraklar var, her dalda yaprakların bazılarının içine farklı dillerde bir şeyler yazılmış. Tüm dünya dilleri kitap boyunca bu yapraklara sığdırılmaya çabalanmış. Hal bu olunca hikayenin evrensel değer taşıyor olması kaçınılmazdı ve öyle de oluyor. Ağaçların bir tanesinde sarı, diğerinde mavi papağanlar yaşıyor ve bunlar nesilden nesle aktarılan bir anlaşamama, bir yarış kulvarında enerjilerini tüketiyorlar. Sadece bu da değil, birbirlerine gagalarıyla zarar da veriyorlar. İnanılır gibi değil ama tartışma konuları o kadar komik ki. Örneğin biz sizden daha parlak renkteyiz, biz daha hızlıyız, bir daha yükseğe uçabiliyoruz, biz daha zekiyiz, biz gökyüzünü daha güzel yapıyoruz, biz biz biz. Ay o ara okurken yoruluyorsunuz o iyelik eklerinin söylediği anlamlardan. Neyse neyse elbette bu saçmalıkların türevleri yaşandığı için işleniyor bu konular hala. Çok da iyi yapıyor yazar çünkü bazen en basiti okurken anlayabilir insan neyin gereksiz ve anlamsız olduğunu. Neyse hemen dönüyorum o can alıcı kısma, bir gün bir yavru mavi papağan düşüyor sarı papağanların ağacının altına. Onu hemen sahipleniyor Altınperçem adındaki sarı papağan. Bakıp büyümesine yardımcı oluyor Gökmavi’nin. Böylece birbirlerinin farklılıklardan ziyade ortak noktalarını farkeden Altınperçem ve Gökmavi iyi birer arkadaş oluyorlar. Ortak noktalarını sıralayan yazarın en güzel belirlediği özelliklerden bazıları: “Mutlu olunca canlı bir sıçrayış, anlatacak bir sürü şey ve uyku vakti geldiğinde sıcacık bir yuva arayan kafalarının tüyleri içine gömülmesi.” Birbirlerine her geçen gün daha da bağlanan bu iki kuştan Gökmavi için uçma vakti gelmiş. Altınperçem ona bildiği her şeyi öğretip gökyüzüne salmış. Tam da yazarın dediği gibi “En iyi tavsiyelerin ve en güzel armağanların rengi yoktur.” İki kuş sadece gökyüzünde uçarlarken renklerinin farklı olduğunun ayırdına varmışlar. Sonra da nesilden nesile aktarılan düşmanlığın aslında nasıl da gereksiz olduğunu kavramışlar. O günden sonra daima birlikte uçan bu kuşların yeşil yedi yavruları olmuş. Ormanın rengini alan yavrular hepimize de iyi gelmedi mi? Fazla söze gerek yok, sadece örnek olsun Altınperçem ve Gökmavi papağanların hayatı bizlere. Gülen bir çift göz hele de çocukların olunca sizce de geri kalan her şey anlamsızlaşmıyor mu?Manuela Monari’nin yazdığı, Silvia Vignale ile yazılanların resimlenerek canlandığı bu güzel kitap Nesin Yayınevi tarafından ve Burcu Yılmaz’ın çevirmenliğinde hayatımıza giriyor. Ayrıca belirtmek isterim kitabın arka kapağında hangi yaş çocuk grubuna ait olduğunu gösterir “yaş cetveli” yer alıyor. Bu cetvelin kararsız ebeveyn, hala, teyze, dayı, arkadaş, amca, kuzen vb için yol gösterici olabileceğini de söylemek gerekiyor. Belki de özel gün hediyeleri olarak herkes sevdiği bir küçüğün kocaman yüreğine bir kitapla yaklaşabilir.
“Zürafa Fazi”
İşte yine harika bir kitapla karşımızda Yapı Kredi Yayınları. Filiz Özdem’in yazdığı ve Buket Topakoğlu’nun resimlediği “Zürafa Fazi”. Daha kapak resmine baktığınızda bu sevimli zürafayı alıp sevmek geçiyor aklınızdan. Kafasında küçük bir karınca ile bize bakıyor, tam da “size anlatacaklarım var, azıcık kulak kabartın bana” der gibi. Her canlının farklı bir özelliğinin olduğu ve herkesin kendi özellikleriyle özel ve güzel olduğu üzerine kurulu olan bu kitapta Zürafa Fazi baş kahramanımız olarak yer alıyor. Kendisine yatmadan önce kitap okuyan babası kızının neden üzgün olduğunu soruyor ve sorunu anlıyor. Boynunun uzunluğunu dert eden Fazi’yi babası teselli etmeye çalışsa da ilk aşamada pek başarılı olamıyor. Ama yine de işte tam da bu noktada doğru sözler ve davranışlarla kendisine yaklaşan babasının sözleri bizlere de ders veriyor. Baba “Asma yüzünü yavrum, herkes farklıdır birbirinden. Bunda üzülecek ne var? Yarın okula gidince dikkatlice bak, benziyor mu bir arkadaşın diğerine?” Ertesi gün yine mutsuzca güne başlayan Fazi’yi okula yine babası bırakıyor. Fazi arkadaşlarının kendisiyle dalga geçtiğinden yakınıyor ve çocuk dünyasının bazen gerçekten nasıl da acımasızlaştığından dem vuruyor bizlere. Bununla birlikte bir taraftan da etrafındaki tüm arkadaşlarını izlemeyi de ihmal etmiyor. Vücudu eğri diye üzülen deve Babe, dikenleri var diye üzülen Kiroi Fizi, pyjama gibi desenli bir derisi olduğu için kendisiyle alay edilen Zebra Fuli, yine Kaplan Cancan, burnu uzun olan Fil Tente, zıplayıp duran Kanguru Hanhan, upuzun bir kuyruğu olan Sincap Yaso, sesi kötü olan Karga Sarga ve Kurbağa Ferahfeza, kocaman ağzı olan Timsah Terso, pasaklı olan Domuz Paspas, çok küçük olan Karınca Simoş, şişman Ayı Pişko, kalın kabuklu Kaplumbağa Kobe, bacakları ince ve uzun Leylek Lülens de bu özellikleriyle alay konusu olan diğer sınıf arkadaşları. Zürafa Fazi farkına varıyor ki hepsi de kendinde gördüğü bir özellik nedeniyle üzülüyor ve hayatı kendisine dar ediyor. Sonunda bu tablo ona bir fikir veriyor ve hayalinde bir tiyatro oyunu kurup hepsine farklı roller veriyor. Işin aslı anlıyor ki farklılık aslında kötü bir şey değil ve bizi biz yapan değerler alay konusu edilmemeli. Sonunda yaratılan ve doğuştan getirilen özellikler üzerine kurulan mutsuzlukların ne kadar anlamsız olduğunu gören Fazi hayatın değerini ve kıymetini de kavrıyor. Bu öyle bir şekilde yüzüne, gözlerine yansıyor ki sınıfa girer girmez Kanguru Hanhan hemen onun enerjisini fark eidyor ve “Ne güzelsin bugün böyle” diyor. Aslında Fazi’deki fark bir çift gülen göz. Tüm çocukların ve canlıların tebessümde güzelleştikleri gibi. Kesinlikle okul öncesi çocukların kitaplığında yer alındığında hepimizin ders alacağı çok özel bir kitap bize aynı zamanda son dönemlerde haberlerde sıkça okuduğumuz beden algı bozukluğu konusunda da ipuçları veriyor. Çocuklarla hemen her konuda konuşup bedensel özelliklerin mutsuzluk sebebi olmayacanının çok güzel resimlerle ve öyküyle anlatılacağı bir kitap. Bir sonrakinde buluşuncaya dek tavsiye ile…
Ah Frederick, Canım Frederick
Büyüklerin dünyasından yorulan ve sıkılan tüm okurseverlerin bir buluşma noktası olsun bu yazılar.
İsteyen yeğenine, çocuğuna, sevdiğine veya kendine okusun yine de herkesin bir parça kendinden bulacağı kitaplardan bir tanesini
bu sefer Leo Lionni yazmış ve bizlere ulaştıran da çevirisiyle Kemal Atakay.
Kim Korkar Kırmızı Başlıklı Kız’dan?
Gözlerinizi sadece birkaç saniye için kapatın ve hayal edin, bir kitap kapağı ve kapakta anne kurt sallanan bir sandalyede oturuyor ve kucağında yavrusu.
Yan tarafında bir sehpa ve üzerinde Yavru Kurtların Gelişimi kitabı ile bir kitap daha olsun.
Ayrıca hemen diğer tarafta da bir kitaplık yer alsın. Anne kurt kucağındaki yavrusuna bakıyor olsun.
“Babam okulun en çalışkanı”
Okurken aniden kahkaha attığınız, hiç beklemediğiniz bir anda kendinizi sohbetin içinde bulduğunuz ve en önemlisi eğlenirken öğrendiğiniz bir kitap biliyor musunuz? Evet tam da bu, Toprak Işık’tan bahsediyorum. Mizah üzerine kitapları zaten bence tartışmasız eğlence aracı ama çocuklar için yazdıkları da bir o kadar değerli ve kıymetli. Bu işe el attığına ve kalemini çocuklar yararına kullandığına ayrıca memnunum yazarın. Elbette çokça kitabı var ama bugün “Babam okulun en çalışkanı”ndan bahsedeceğim.Fen ve teknoloji derslerinde başarı gösteremeyen iki çocuktan yola çıkıyor yazar. Bertan öğrenmekten keyif alamadığı, Remzi ise öğrenemeyeceğini düşündüğü için derslerinde başarı gösteremeyen sınıf arkadaşları. Aralarında aslında bu ortak paydadan fazlası yok ama Bertan’ın babası duruma müdahil olana ve olaylar karmaşıklaşana kadar. Bertan’ın annesi vefat etmiş ve mühendis olan babası da hayatına tek amaç olarak başarılı ve mutlu bir çocuk olarak Bertan’ı yetiştirmeyi koymuş. 12 yaşındaki Bertan babasının yaşama tutunma amacı. Hal böyle olunca da olası tüm sorunlar Bertan’ın babası Cem Bey için çok ciddi bir hal almaya ve soğukkanlılığını yitirmeye başlamış.
Yine öğretmenin hem Cem Bey hem de Remzi’nin babası Rüstem Bey ile görüşmesi sonrası 2 baba da birbirlerinden habersizce kara bahtlarına üzülmeye başlamışlar. Tamam elbette yazarımız Toprak Işık olunca karamsarlık pek mümkün değil ve eğlence başlıyor. Cem bey oğlu Bertan ile ilgili esip gürlerken ve sürekli çalışmasını tembihlerken aniden uyandıklarında birbirlerinin bedenlerine girdiklerini fark ediyorlar ve bunun rüya olduğunu düşünüyorlar. Cem bey Bertan’ın bedeninde, Bertan da Cem beyin bedeninde yaşamaya başlıyor. İşte tam da eğlence burada başlıyor. Bocalamalar, şaşırmalar derken Cem Bey Bertan’ın bedeninde sınıfa gidiyor ve bir anda sınıfın gözdesi haline geliyor. Tüm sınıf arkadaşlarının ve öğretmeninin hayran bakışlarını üzerinde görünce başarının verdiği mutluluğun haklı gururunu oğlunun da bir gün hissedebilmesini umuyor. Gelelim Bertan’a, o da bilgisayara programlarına meraklı ama kendi derslerine meraksız haliyle bir anda şirketteki mühendis Cem bey olarak iş yerinde fark yaratmaya ve eğlenmeye başlıyor. Biraz şans biraz beceri ile toplantıları da istenen şekilde kurtarıyor ama iki kahraman da heyecan ve endişenin eşlik ettiği bir eğlence içindeler. Durum bu hale gelip de Bertan’ın babası sayesinde sınıfın gözdesi olunca Rüstem Bey oğluna sadece hafta sonunda bu kadar bilgiyi depolayan babayı 2 gün evinde misafir ediyor ve benzer bir sihirli değneği kendi oğlu Remzi için de kullanmasını talep ediyor. Cem beyin bedenindeki Bertan böylece sınıf arkadaşı Remzi’ye ders çalıştırmak ve bilgileri aklına sokmakla görevli halde buluyor kendini. Kitabın en güzel yanı bu olaylar yaşanırken 12 yaş grubuna ait hemen tüm bilgilerin satır aralarında gezmeleri ve öğrenmenin edebiyatın o eşsiz katkısı ile eğlenceli hale gelmesi. Bertan ve Remzi farklı şekillerde de olsa beraberce çalışmak ve bilgiyi kullanmak konusunda ilginç bir serüven geçiriyorlar. Okuduklarını öğrenmeye, öğrendiklerini gündelik hayat olaylarıyla denkleştirmeye başlayan ve bundan mutluluk duyan Remzi’nin babasına sarf ettiği “Öğreniyorum tabi. Hepsi, öğrenemeyeceğimi zannettiğim içinmiş. Çok çalışmam lazım baba. Bir sürü zaman kaybettim. Artık hep çalışacağım” sözleri belki de her çocuğun öğrenme şekillerinin aynı olamayacağını ama öğrenmenin eğlenceli hale gelmesi ve olası engellerin kaldırılması ile her çocuğun öğrenebileceğinin altını çizmesi kıymetli. Bertan açısından da Remzi’yle çalışırken bundan keyif alması ve dolayısıyla bir şeyler öğrenmenin aslında eğlenceli olabileceği kısmı etkili ve çift taraflı bir başarıyı gösteriyor. Babalar oğullarını, oğullar ise babalarının yaşamlarını deneyimleyerek hem kendi hatalarını hem de eksik kalan yanlarını görme imkanı buluyorlar. Cem beyin bedenindeki Bertan da babası için önemli katkılar sunuyor; mesela onun hayatının tek amacı olduğu fikrini başka konuları da hatırlatarak sorunlu bulduğunu gösteriyor. Kendini eşinin ölümünden sonra tamamen herkese kapatan Cem beyin hayatına bir kadının girmesine fırsat tanıyor. Sanırım hayatın bilgiyle yoğrulduğunda çok daha anlamlı ve güzel olduğunu bundan iyi anlatan ve hem ebeveynlerin hem de çocukların okuması ile kendinden bir şeyler bulacakları bundan güzel bir kitap olamazdı. Tudem yayınlarından çıkan, Doğan Gençsoy’un resimlediği ve Toprak Işık’ın yazdığı kitap okul hayatında olan çocuklar ve ebeveynleri için güzel bir kaynak.
“Farklı ama aynı”
Yeni bir başlangıç yaparken “Evet nihayet birileri çocuklar için güzel şeyler yapıyor” dedirten Feridun Oral ve onun kitaplarından bir tanesi benim için iyi bir kaynak olacak. İhmal edildiğini düşündüğüm çocuklar için belki de bildiğimiz yol en basit yoldur diyerek giriştiğimiz bu yazı dizisinden sizlerin de keyif almanız dileğim bende saklı. Bu başlangıçta temel referans noktam ise sadece çocukların her koşulda daha iyisini hak ettikleridir.
Bu kısa niyet beyanından sonra gelelim bugünkü kitabımıza: “farklı ama aynı”. Yapı Kredi Yayınları tarafından ve Feridun Oral’ın kaleminden çıkan bu güzel kitap tam da biz yetişkinleri duygulandıran ama bir taraftan da umutlu ve mutlu kılan sıcacık bir hikayeyi taşıyor hayatlarımıza. Neden mutlu ve umutlu; çünkü belki gündelik telaşlar içinde görmezden geldiğimiz, üzerinde durmadığımız bir konuyla ilgili farkındalık yaratıp çocuklarımıza aynı dünyayı paylaştığımız tüm canlılara yaşam hakkını anımsatıyor. Bir diğer yandan da onlara sevimli bir keçi yavrusu üzerinden engelli veya dezavantajlı(hangi ifade ile tanımlamak isterseniz isteyin) gruplara yaklaşımımızı sorgulamayı ve onların da yaşam haklarının olduğu mesajını veriyor. Çobanın eline doğan küçük ve sevimli ancak ön ayakları tutmayan, dolayısıyla yürüyemeyen ve diğer oğlaklar gibi koşup zıplayamayan bu oğlak için çobanın yaptıklarıyla bizler tam da kör olduğumuz bir konuya karşı ayıbımızı sorguluyoruz. Çünkü çoban bu sevimli oğlağı diğerleriyle benzer şeyleri yapacak noktaya getirmek için tasarladığı basit bir bisiklet gibi aletle aslında engellerin bedenlerde değil zihinlerde olduğunu gösteriyor. Oğlak çoban sayesinde kırlarda özgürce koşup zıplarken bizler de hemen kent ve kente erişim hakkı konusu üzerinden engellilerin yaşayacağı olumsuzlukları düşünüyoruz, ya da en azından ben okurken bunlarla doldu aklım. Elbette bu hikayedeki kadar rahatça onların kenti deneyimlemeleri sadece tek kişiye değil pek çok kurum ve kuruluşun desteğine ama en çok da yerel yönetimlerin bu konuya yaklaşımına bakıyor. Tekrar kitabımıza dönersek, bu sevimli oğlak büyüyüp bir yetişkin keçi olduğunda çoban da bisikletini ona göre tekrar tasarlıyor ve böylece tüm engeller ortadan kalkıyor. Bir gün bu keçiye eşlik eden bir başka keçi ile başlayan güzel arkadaşlık sonrasında keçi anne oluyor ve 2 güzel oğlak ona eşlik ediyor. Yavruları onun gibi olmasa da yazarın da belirttiği gibi “farklı ama aynı”lar ve niyet edilirse pek çok sorunun çözülebileceğinin basit ve çok sıcak bir örneği olarak hayatlarımızda yer alıyorlar. 1961 yılında doğan ve gerek yazarlığı gerekse illüstrasyonları ile bu güzel hikayeyi çocuklarımız ve onlara okurken biz yetişkinlere taşıyan Feridun Oral ve elbette buna aracılık eden Yapı Kredi Yayınları izlenmeye değer. Okumayı bilmeyen ama resimler ve ebeveynlerinin seçtikleri üzerinden kendi anlam dünyalarını geliştiren çocuklar için engellilik kavramına bakış ve sorgulama becerisi, tüm canlıların doğuştan getirdikleri yaşam hakkı kavramlarını basit bir dille anlatması açısından da okul öncesi çocuklar için çok güzel bir hediye olabilecek bir kitap. Kim bilir bir anne olan Aysun hanımla niyetimiz tutarsa belki daha konuşacak ve okuyacak çokça kitaplarımız olur...