Saadet Sevinç Doğan

Saadet Sevinç Doğan

Sevgili Öğretmenim

İnsanın içini sıcacık duygulara bırakan bir kitap var elimde. “Sevgili Öğretmenim” bir çocuğun büyüme hikayesi ve yıllar sonra öğretmeni ile yüzleşmesi aslında. Kendisi de öğretmenlik mesleğine başlayacak olan ana karakter kendi öğrenciliğine doğru yolculuğa çıkıyor ve bu süreçte kendisine rehber olan ve hayatına olumlu anlamda dokunan öğretmenini düşünüyor. Ona bir mektupla tüm yaşadıklarını, kendisinde kalan kadarıyla, aktarıyor. Deborah Hopkinson tarafından yazılan ve Nancy Carpenter resimleriyle tamamlanan kitabı Türkçe’ye Nurten Hatırnaz çeviriyor. Beyaz Balina Yayınları’nın basımını üstlendiği kitap hem öğrenci, hem de öğretmen olarak görmemizi sağlıyor o yılları.

Okula karşı endişeleri olan ve bu nedenle okula gitmek istemeyen bir çocuk var karşımızda. Okuldaki hareketi, merakı ve davranışları ile diğer “normal” öğrencilerden biraz daha farklı bir başka tarafıyla. Buna ister yaramaz deyin, isterseniz de dikkat eksikliği ve hiperaktivitesi var deyin. Ben sadece diğerlerinden farklı demeyi uygun görüyorum. Yaramaz demenin de işin en kolay yolu olduğu ve genelde çocuğun zararına olduğunu düşünenlerdenim. Bu kitaptaki kız çocuğu da kendisini tanımlarken uslu olmadığı ön bilgisi ile başlıyor anlatmaya. Bununla beraber öğretmeninin onda bıraktığı ilk izlenim, ilk sözcüklerin nasıl da değişimin habercisi olduğunu vurguluyor inceden inceye. Önce okulu sevmek ve ardından çocuğun hareketliliğine ve ilgi alanlarına göre düzenlenmiş bir anlatım ve öğretme anlayışı ile bu kız çocuğu için de artık okul daha heyecanlı bir yer haline geliyor. Her şeyden önce dışlanmıyor ve ötelenmiyor. Bunu da çok büyük ölçüde öğretmeni sayesinde yaşayabiliyor. Doğa ve insan canlısı bir öğretmen hayatın her alanına dair edindiklerini öğrencileriyle paylaşıyor ve onların da aktif olarak hayata katılmaları için elinden geleni yapıyor. Bahçe işleri, hayvanlar dünyası, doğada geçirilen zaman ve daha fazlası ile aslında oyun ve oyunun içinde öğrenme başlıyor çocuklar için. Ayrıca hareket halinde oldukları için de genelin dışında bir öğrenme modeli ile karşı karşıya çocuklar. Kitabın bu kısımlarında kocaman bir bahçesi olan okulda ilkokul hayatımı geçirdiğim zamanlar geldi aklıma. Altı katlı pasta yaptığımız, kilim dokuduğumuz ve önlük diktiğimiz bir ev ekonomisi dersi ve atölyesi vardı. Yine kocaman bir iş teknik atölyesi vardı, orada da ahşapla ilgili şeylerle uğraşırdık. Ayrıca tarım dersimiz vardı ve o derste de aynı bu kitapta bahsi geçtiği gibi toprakla ve ekip dikmeyle uğraşırdık. Okulun benim için tamamen eğlence ve yeni şeyler düşünme yeri olduğu zamanlardı. Bizlerden önce köy enstitüleri vardı mesela. Onların yaptıkları tamamen ideal olan bir sistemdi aslında. Ben geriden de gelsem yine de tüm olumsuzlukları yanında bu yönleriyle şanslı bir öğrencilik dönemi geçirdim. Şimdiki çocukların bunları ne kadar yapabildiğini bilmiyorum ama bu kitapla beraber yeniden düşünmemi sağladı bu öğrenme şekillerini. Küçük kızın hayatla ve okulla kurduğu bağda öğretmen kadar, ona yapabilecekleri konusunda imkan sağlayan yöneticilerin de payı var. Çocuklarla bahçe işleriyle uğraşma, doğada vakit geçirme ve daha fazlası için hem fiziki koşulların, hem de eğitim sisteminin uygulayarak öğrenmeye açık olması gerekiyor sanırım. Bu kısım beni biraz aşıyor. Ben sadece bir okur olarak ve bir veli olarak karşılaştırma yapabiliyorum. Kızımın mesela okulu ile benim çocukluğumun okulu ve ders içerikleri arasındaki farka bakıyorum ve açıkçası kendi dönemimdeki atölyelerin bolluğunda daha mutlu olduğumu anımsıyorum. Bunların içinde kızımı hayal ettiğimde, onun da daha mutlu olacağına eminim. Alçıdan tabaklar yaptığımız, toprakla uğraşıp bir bitkinin büyümesini izlediğimiz ve kendi yaptığımız pastayı yediğimiz zamanlar. Şimdilerde bazı özel okullar bu konularda farkındalık yaratmaya çabalıyor ama genele yansımasını umuyorum. Bunları yazarken Richard Louv’un o muhteşem “Doğadaki Son Çocuk” kitabı geldi aklımda. Kısaca söylemem gerekirse doğadan kopan çocuklarda ortaya çıkan sorunlara değiniyor ve doğanın iyileştirici yanına. Yine yaptığım söyleşilerde işin uzmanlarınca söylenen temel şey; doğadan kopmanın çocuğu pek çok yönden zarara uğrattığı şeklinde.

Tüm bunlarla beraber elimdeki kitaptaki kızın hareketi ve farklılığı kendisine dokunan iyi bir el sayesinde artıya dönüşüyor. Çocuklar kayıt makineleri gibidir bir yanıyla da. Unutmazlar, ben de unutmadım çocukluğumdaki çoğu şeyi. Sadece tanımlamam için biraz daha zaman geçmesi gerekti, o kadar. İşte bunu söylüyor yazar ve çizer bir başka yönüyle. O çocuk büyüyor ve kendi öğrenciliğini düşünerek kendi öğretmenlik hayatına adım atıyor. Oradaki iyiyi çekiyor ve sunuyor aslında biz okura. Öğretmenine yazdığı mektupta ona iyi gelen öğretmeni duyuyor ve görüyoruz. Bununla beraber az önce yazdıklarım ve daha fazlasıyla bırakıyor bir okur olarak beni. Düşündürdükleri kıymetli olan kitaplardan. Bakalım başka okuyucularda neleri çağrıştıracak, neleri anımsattığında yüzünde tebessüm oluşacak. Resimleri ile oldukça güzel bir birliktelik yakalayan yazar o kız çocuğunun ruh halini çok güzel sunuyor okuyucuya. Burada da çizerin başarısı ve yazarın niyetini anlaması çok önemli. Güzel bir ikiliden, güzel bir kitap çıkıyor nihayetinde biz okurlar için. Aldığım keyfi alabilmeniz dileğiyle.

Yazının Devamı

Balık Tutma Dersi

Hani bazı insanlar için nevi şahsına münhasır deriz ya, işte bu kitaptaki balıkçı tam onlardan. Böyle, hayatla olan ilişkisini çözmüş, keyif almayı bilen, gereksiz hırsların ve şatafatlı içi boş şeylerin farkında olan ve bunlardan arınmış bir karakter. Öylesine sakin ve yudumlayarak alıyor ki keyfi hayattan imrenmemek mümkün değil. Yaşamanın en güzel halini fısıldıyor okuyucu olarak bizlere. Desen Yayınları sahiden oldukça ilginç çevirilerle epeydir evimizi şenlendiriyor. Bence aslında sanatın her haliyle yoğrulmuş olan ve edebiyatın büyülü dünyasıyla biz büyükleri hedef alıyor. Çocuk edebiyatı diye sunulan bence sanki bizlere daha çok iyi geliyor. Bu balıkçı mesela; ilk okuduğumda da şimdi de o sade ama öz yaşama şekliyle sanki bir bilgelik taşıyor. Metni Heinrich Böll yazıyor, uyarlayan Bernard Friot ve resimleyen Emile Bravo. Figen Müge Erel de Türkçe’ye çeviriyor bu güzel kitabı.

Yazıyı yazarken yazarı daha çok merak ettim ve yanılmamışım. Hayatı zor tarafından deneyimlemiş, 2. Dünya Savaşı sırasında esir düşmüş ve savaşın yıkıcılığını yaşamış bir insan var karşımızda. Çok sayıda kitabı var ve hayattan aldıklarını damıttığı cümleleri. Şimdi onunla ilgili videolara bakıyorum ve sanırım okuma merakım bu kitabıyla sınırlı kalmayacak. Hemen belirtmem gerekiyor ki resimleri de oldukça güzel. Balıkçı kayığında uyuklayan adamı bir turist çektiği fotoğraflarıyla rahatsız ediyor. Sadece bu da değil; turist bildiğiniz gördüğü her şeyi kar ve zarar mantığı ile gören ve her şeyi paraya çevirmeyi kendi doğrusu olarak bilen tanıdık karakterlerden. Bir anda balıkçıya yanaşıp ona kendi doğru bildiği şeyleri anlatıp dururken, onun söylediklerinin balıkçıya ne kadar da uzak olduğunu anlayamıyor. Nefes nefese o kafasındaki daha çok, daha çok bölümlerini anlatan ve her şeyi daha fazla tüketerek daha da zenginleşme telaşındaki turiste karşı yazar, balıkçı için şu cümleleri yazıyor: “Ve derin bir hüzünle, neşe içinde zıplayan balıkları seyre daldı”. Turist ve balıkçı da oldukça tanıdık karakterler aslında. Doğayı daha fazla tüketen ve doğaya zarar veren, tek derdi daha fazla kazanmak olan insan ile onun tam tersinde olan bir insan var karşımızda. Yaşama saygı duyan, ondan ihtiyacı kadarını alan ve fazlası ile kendini de etrafındakileri de yormayan, kendisiyle barışık bir balıkçı nasıl da bilgece bir yaşamın kapısını aralıyor okura.

Bir başka yanıyla da tüketmek ile yaşamak arasındaki farkı da sunuyor yazar usulca biz okura. Çok fazla şey birikmiş yazarda ve onca yaşanmışlık ilmek ilmek örülerek akmış kaleminden. Elbette uyarlayan ve resimleri ile daha da güzel olmuş. Başka çağrışımlar ve konuşma aralığı sunabilir sizlere. Ben bu yazının sınırlılıkları ile bu kadarıyla bahsediyorum. Galiba yazarın bende bıraktığı bu tadı başka kitaplarında devam ettireceğim.

Yazının Devamı

Cam Kavanozlar

Yine bir Özge Bahar Sunar kitabıyla karşınızdayım. Üretken bir yazar ve her kitabı ayrı bir tad bırakıyor okuyucu olarak bende. Yaşantıların harmanlanıp ilmek ilmek örüldüğü öyküler var karşımızda. Dolaysıyla üzerinde düşünülecek, konuşulacak konular kalıyor kitap bitince bize. Öznur Sönmez’in resimlediği Cam Kavanozlar kitabı da bunlardan birisi. Doğan Çocuk tarafından basımı yapılan kitap sanki bizi anlatıyor farklı yönlerimizle. Bazen helikopter ebeveynlik yaparken körelttiğimiz yaşamlarımız ve çocuklarımızın yaşamları, bazen de esareti yaşayıp da farkında olmayışımız var sanki her sayfada. Bir süredir yazarın aslında katman katman işlediğini düşünüyorum öykülerini. Bu da elbette farklı alımlamalara sebep olacak ve güzel olan da bu. Her okuyucuda başka başka çağrışımlar bırakacak. Başka şeyleri düşünmeye itecek. Dolayısıyla bu yazı okur olarak bizde kalanlar üzerinden yazılıyor.

Hikaye anlatıcılığı hep çok tılsımlı gelmiştir bana. Çocukluğumda köy yaşantısında deneyimlediğim o hayal dünyasının heyecanlı kapısını aralar bana böylesi bir giriş ve kitap bir hikaye anlatma isteği ile yola çıkıyor. Açık denizlerde yaşayan balıklar kendilerine sunulan ve “daha temiz, daha güvenli” olduğu sloganı ile yola çıkan kavanozlara hapsoluyorlar. Elbette arz yaratılıyor ve birileri bundan gelir elde ediyor, ardından bu arz bir talep haline geldiği ileri sürülerek balıklara veriliyor. Çok tanıdık değil mi? Bendeki çağrışımları farklı da, acaba sizde neleri anımsatacak? Böylece kocaman denizin içinde küçücük kavanozlarda yaşam başlıyor balıklar için. Nasıl absürd geliyor kulağa değil mi? Sanki hiç kocaman plazalarda yaşayan ve bir avuç toprağı göremeyen, taş binalar içinde büyüyen çocuk yokmuş gibi. İşte tam da bu oysa. Yüksek güvenlikli, tüm gün o güvenlik ve konfor alanını korumak için çalışıp çırpınan ve hayatı büyük ölçüde kaçıran büyükler ve onların küçücük bir alanda yaşamaya mahkum olan çocukları. Sokak kültürü, mahalle kültürü yok ve merak duygusunu tetikleyecek bir şey de yok. Geçenlerde Kocaeli Bölge Tiyatrosu’nun kurucusu Burhan Akçin ile bir söyleşimiz oldu ve duyusal anlamda çocuklarda yitirilenleri sıraladı bu söyleşide kendisi. Tutma, tırmanma, dokunma, konuşma ve diğer pek çok alanda nasıl gerilediğini anlattı çocukların. Pandeminin ve koruyucu ebeveynlik hallerinin, yüksek konfor ile ayağı yere değmeyen çocukların kaybettiklerini düşününce bu cam kavanozarda yaşayan balıklar geldi aklıma. Sevgili Özge, yitip giden şeyleri öylesine güzel bir öyküye sığdırmış ki, dönüp tekrar okunası dediklerimden. Bir başka yanıyla da aslında kapitalist sisteme inceden bir eleştiri sezdim ben okurken. Daha çok pul almak ve bunu satabilmek için o küçücük kavanozlarda hapis hayatı yaşayan balıklardan anne ve baba olanlar cam silme işine giriyor ve tüm gün yoruluyorlar. Hapiste olduğunu fark etmeyen beyaz yakalılar gibi. Yaşam onlardan bağımsız bir şekilde akıp giderken, onlar devasa güzellikteki denizi göremiyorlar bile. Ama bu kısır döngü yazarın dokunuşuyla kırılıyor ve yeniden eski güzellikler görülüyor.

Belki daha üzerine çok şey yazarım ama bu kadarıyla bitireyim ki okuyucular kendi meraklarını korusunlar. Resimler ve metin arasındaki uyum, bazen resimlere, bazen de metne dönmemizi sağlıyor ve bu durum okuma süresini uzatıyor. Bu uzayan sürede de yanınızdaki minik okur ve dinleyiciler ile konuşacak daha çok şey kalıyor size. Ben kendi adıma çocuk edebiyatını çok seviyorum ve galiba çoğu zaman çocukları bahane ediyorum kendime. Bununla birlikte sayfalarca yazılacak şeyleri ilmek ilmek örüp, damıtarak önümüze getiren yazar ve çizerlerin sanatsal dokunuşları ile aslında daha çok keyif alıyorum okur olarak bu alandan. O nedenle, bu yazıyı okuyan büyükler için yazıyorum en çok da. Ne yaptığımız, nasıl yaşadığımız ve nelerden taviz verdiğimiz üzerine düşünmek ve buna paralel olarak diğer canlı türleri için de konuşmak için size bir aracı olabilir. Yanınızdaki çocukla da harika bir zaman geçirmeniz size günden geriye kalan en güzel zaman olur.

Yazının Devamı

Sofi Göklerde

Dünyanın ilk kadın pilotlarından biri olan Sophie Blanchard’ın hayatından esinlenerek hazırlanan bir kitap var elimizde. Tudem Yayınları tarafından basımı yapılan ve Katherine Woodfine’ın kaleme aldığı kitabın resimleyeni Briony May Smith. Türkçe’ye Hilal Aydın’ın çevirdiği kitap oldukça sade dili ve anlatımıyla “Sen de Oku” serisine ait bir kitap. Bu seri oldukça güzel kitapları barındırıyor ve her biri ayrı bir güzel tad bırakıyor okur olarak bende.

Aslında pek çok korkusu olan Sofi’nin gözünden izliyoruz olanları. Annesi ve ablası Tilda ile Fransa’nın bir köyünde yaşayan küçük kız korkuları nedeniyle aslında pek çok şeyi kaçırmaktadır hayatta. Onun korkularıyla baş etmesi ve köy meydanına gelen festival ile bu korkularını büyük ölçüde geride bırakması konu ediliyor. Hayvanlardan, yüksekten ve daha birçok şeyden korkan küçük kız bu festivali ve orada yaşananları merak ediyor ama yine de kendisinde oraya gitme cesareti bulamıyor ilk başta. Annesi, ablası ve ablasının arkadaşları festivale giderken o geride yani evde kalmak istese de merakı ve heyecanı buna engel oluyor ve Sofi de onların peşine festivale gitmeye karar veriyor. Bu karar onda çok fazla değişim ve dönüşümü de beraberinde getiriyor çünkü tek başına köy meydanına gidene kadar çok fazla şeyi korkusuna rağmen başarıyor ve amacına ulaşıyor.

Büyük bir hayranlık ve merakla izlediği balonlardan birine atlayınca da kendi yaşamının kahramanı oluyor ve bu esnada korkunun sadece küçüklere has bir duygu olmadığını görüyor. Pek çok açıdan çok güzel kurgulanmış bir hikaye var karşımızda. Tepeden değil, tam da çocuğun göz hizasından anlatılıyor her şey. Korkan, geri duran, bir ileri adım atarken birkaç kez acemiliğe düşen ama merakı her şeyin önünde olan Sofi ile beraber balon macerasını izlemek çok güzel bir deneyimdi. Kitabın sonuna doğru da Sophie Blanchard’ın yaşamı kısaca aktarılıyor okura. Böylece aslında tarihte saklı kalan veya çok fazla bilemediğimiz kadın öncülerden birisi daha okur olarak merakıma düşüyor. Daha fazla şey merak ediyorum bu kadına dair ve galiba bir kitabın en güzel yanı da bu merakı körüklemesi. Kitabı benden önce 10 yaşındaki kızım okumuş ve ben de okuyayım diye çantama bırakmıştı. Ben de ancak okudum ve sanırım onun kadar beğendim. Hem tarihte yolculuk etmek, hem de çocuk edebiyatının o büyülü dünyasında ve çocuğunuzla beraber okumak isterseniz tam size göre diyeceğim kitaplardan birisi “Sofi Göklerde.” Ayrıca son bir şey daha; galiba ben bu balonlarla eşsiz doğa harikası Kapadokya’da uçmak istiyorum ve kitap bu hayalimi gerçekleştirmem gereğini de anımsattı usulca. Bakalım sizlerde neye sebep olup, neleri hareket geçirecek?

Yazının Devamı

Ağaca Tırmanan İnek

Merak, heyecan, umut, cesaret, azim ve daha bir çok kelime eşlik etti bu kitabı okurken. Öylesine güzel, öylesine sarıp sarmalayan bir yanı var ki ana karakter olan Mötilda’nın; alıp sevesim geldi her sayfada. Ayrıca çok tanıdık bir karakter aynı zamanda. Hani böyle, hayat onların güzelliği uğruna dönüyor denilir ya, işte oüğğiğğnlardan birisi Mötilda. Pearson Yayınları tarafından basımı yapılan ve Türkçe’ye Melike Hendek’in çevirdiği kitabın yazarı Gemma Merino. Kitabın girişinde “Hayallerimi ilgiyle dinleyen anne ve babama…” diye not düşmüş yazar. Nasıl da insana iyi gelen bir şeydir o hayalleri dinlemek diye geçirdim içimden.

Galiba anahtar kelime merak. Çocuklarda en yoğun olan duygu bu ve hayal kurmak. Büyüdükçe azalan ve maalesef hayatı sıradanlaştıran bir şey bu aynı zamanda. İşte tam da bu nedenle çocuklu hayat neşeye gebe her zaman. Çok basit; örneğin yağmur yağıyor diyelim, ya da kar; çocuklar mucize gibi görüyor bunu ve umulmadık bir neşe ile kaplanıyorlar. O neşenin, heyecanın, merakın sizi sarmaması mümkün mü? İşte Mötilda’nın hayata merakı da aynı böyle. Etrafındakileri de neşeye ve heyecana çekip götürüyor. Hayal kurmayı çok seven bir inek var karşımızda ve onun hayallerine ilgisiz kardeşleri. İyi ki Mötilda onları dinlemiyor da merakının peşinden gidiyor. Böylece yepyeni şeyler yaşıyor ve hayatı çok farklı yerlerden deneyimliyor. Etrafındaki herkesin “Saçma ve imkansız” kelimelerinin karşısına “Neden Olmasın” cümlesini öyle usulca bırakıyor ki Mötilda, yetişkin okur olarak bu kısım bana çok iyi geldi. İşe yeni başlayan bir sürü hayali olan, heyecanını işine yansıtmak isteyen ama bu cümlelerle karşılaşan çok kişi biliyorum. İşte bu klasik olumsuz kelimeler yerine “Neden olmasın” diyenler şans bize.

Resimler, kurgusu ve dili ile tam da çocukların göz hizasından bakan bir kitap Ağaca Tırmanan İnek. Mötilda’nın hayal kurmak ve merakının peşinden gitmesi ile kardeşleri de onun zengin dünyasına giriş yapıyor. Son kısımda da hepsi beraber hayal kurmaya başlıyor. Belki de hayal kurmakla başlayacak iyi olan her şey. Bunu büyüdükçe unutan biz büyükler eğer izin verirsek, alan açarsak çocuklar yeniden hatırlatıyor aslında. İşte bu kitap da buna bir örnek. Tam da bu nedenle öğretmenlerin, ebeveynlerin ve çocukla ilgili tüm yetişkinlerin okumasını isterim. Çocukla ilgili olması gerekmiyor, hayata bir yenilik katmak isteyen, hayata bir artı katmak isteyen herkese de iyi gelecek bir kitap. Epeydir bu konuda kafam karışık aslında. Çocuk edebiyatı acaba aslında yetişkinler için de çocukları bahane mi ediyoruz? Bana iyi geldiği kesin, resimleri izlemek, yeniden hayal kurmak, gülmek ve umut devşirmek gibi artılarını aldım yanıma bu kitapla. Umarım okuyan herkeste benzer güzel çağrışımlar bırakır.

Yazının Devamı

Obur Mürekkepçik

Öznel değerlendirmelerden uzak bir yazı değil bu yazı, o nedenle baştan bir itirafla başlıyorum; kişisel olan şeyler de dahil. Kızım bugün 10 yaşına girdi ve bu kitabı iki kez okudu. Okumakla kalmadı ısrarla benim okumam için de cümleler kurdu. Çok beğeneceğimi, mutlaka okumam gerektiğini söyledi durdu. Bunca övgüden sonra merak ettim ve yanıma aldım haliyle kitabı. Yeterli zamanı ancak buldum ve geçtiğimiz hafta okuyabildim. Okurken de ara ara kızım gelip “Neredesin, ay orası çok güzel değil mi? Bak sonra ne olacağını söyleyeyim mi?” deyip durdu. Kitaplar üzerine konuşmak ve duygularını paylaşmak artık onun da sevdiği bir şeye dönüşüyor ve bu dönüşüm beni çok mutlu ediyor. Gelelim kitaba; Kırmızı Kedi Çocuk tarafından basımı yapılan kitabın yazarı Kenneth Oppel ve resimleyeni Sydney Smith. Türkçe’ye Rengin Arslan tarafından çevrilen kitabın kurgusu çok güzel. Akıcı dili sayesinde de alıp götürüyor okuyanı. Elinizden düşürmek istemeyeceğiniz bir halde buluyorsunuz kendinizi.

Anne kaybının olduğu bir ailedeki büyük olan çocuk Ethan ve down sendromlu küçük kız kardeş Sarah var hikayede. Bir de aslında eşinin kaybının yarattığı travmayı atamamış bir baba karşımızda. İşin yükü büyük oranda Ethan’ın üzerinde; ya da okur olarak olayları onun gözünden gördüğümüz için bu his uyanıyor içimizde. Çizer olan baba bir süredir çizim yapma konusunda sıkıntı yaşıyor ve onun karalama defterinden küçük bir mürekkep, onun hayalinin de bir ürünü olarak defterden kaçıyor ve macera başlıyor. Minik mürekkepçik Ethan’ın odasına gidiyor ve ikili arasında inanılmaz bir dostluk başlıyor. Okuduğu her şeyi içselleştiren ve oradaki kelimelerle konuşan; daha doğrusu yazarak iletişim kuran mürekkepçik ile aslında yazar bizlere de bir şeyler fısıldıyor. Ethan onun önüne nitelikli yayınlar koyduğunda, oradaki mürekkepleri alıp emen bu mürekkepçik, böylece zaman içinde hem kelime haznesini, hem de bakış açısını geliştiriyor. Okulda bir sürü sorunla uğraşan Ethan bir taraftan da kız kardeşi ve babasındaki durumu da düşünüyor. Mürekkepçik hayatlarındaki önemli bir boşluğu doldurmaya başladıkça aralarındaki bağ da güçleniyor. Örneğin Sarah’ın mürekkepçiği fark etmesi ve onu küçük köpeği gibi görmesi de ayrı bir manzara. Mürekkepçik istediği karakterin şekline girebiliyor ve bu da küçük kızın çok hoşuna gidiyor. Ethan üzerinden bir çocuğun yaşayabileceği çoğu zorluğu ve güzelliği, arkadaşlığı, dayanışmayı ve mücadeleyi görüyoruz bu kitapta.

Mürekkepçik hayatlarında değişime sebep oldukça etraftaki meraklı bakışlar da artıyor ve bu durum, tehlikeleri de beraberinde getiriyor. Ethan’ın en büyük rakibi olan Vika da bu değişimin en yakın izleyicilerinden ve Ethan’ı zorlu bir sürecin içine sokuyor. Çünkü Vika hem Ethan’ın sınıf arkadaşı, hem de babası, Ethan’ın babasının yayıncısı. Yayıncı olan tarafıyla baba klasik olarak daha fazla kazanmak için her yolu mübah görecek bir tip. Hırsı ve tüketme isteği ile o da bu olayı kızı aracılığıyla fark ediyor ve mürekkepçiği fazla talep gören ama içerik anlamında zayıf olan, şiddet içerikli ucuz çizgi romanlar için üretici olarak kullanmak istiyor. Ethan babasıyla olan iyileşme dönemi ve mürekkepçiğin desteği ile hayatını yolunu sokmaya başlamışken mürekkepçiğin Vika tarafından çalınmasıyla yıkılıyor. Farkındaysanız kendimi tutamayıp kitabı özetliyorum. Tamam tamam burada bırakıyorum ama eminim kitabı eline alan çoğu kişi bizim gibi bu heyecan ve macera dolu sayfaları arka arkaya çevirecek.

Yazının Devamı

Yağmur Adam ve En Güzel Dans

Sonunu bilemediğimiz, tahmin edemediğimiz kitaplar bence oldukça başarılı ve sıradan olmaktan uzak. Elimizdeki kitap da buna iyi bir örnek. Yağmurdan şikayet eden herkesin yanında küçük bir kız çocuğu beliriyor ve biz onun neden yağmuru sevdiğini kendi kişisel deneyimlerimizle tahmine girişiyoruz. Oysa onun bize, yani okura söylemek istediği çok daha farklı bir yaşamsal deneyimi var. Redhouse Kidz tarafından basımı yapılan kitabın yazarı Özge Bahar Sunar ve resimleyeni Uğur Altun. Çok güzel bir uyum içinde yazar ve çizer; bu da okuyucuyu bir kat daha besleyen bir şey.

Dışarıda, açık havada vakit geçiren insanlar hallerinden gayet memnunken aniden yağan yağmur ile kapalı mekanlara geçmek zorunda kalıyorlar ve bundan şikayetleniyorlar. Yağmur adam da onların bu hallerine bakıp küsüyor ve bir daha yağmama kararı alıyor. Epey sonra yanına yanaşan küçük kız çocuğu ile sohbete başlıyor ve kızın neden yağmuru beklediğini anlamaya çalışıyor. Küçük kız işitme engelli ve yağmurun altında, toprağı ve yağmuru hissederek dans etmeyi çok seviyor. Nasıl güzel bir an o an, sayfalardan çıkıp okuyucu olarak bizlere kadar ulaşıyor her sayfada. Belirli bir engeli olanların, diğer duyu organlarının geliştiği üzerine çokça yazı var. Daha geçtiğimiz hafta Helen Keller’ın yaşamını tekrar okudum ve bazı videolarına baktım. O videolardan birisinde kendisine okuma ve yazmayı öğreten ve hayatla bağını tekrar kurmasını sağlayan kadınla beraber onun söylediklerini nasıl anladığı anlatılıyordu. Elini kadının boğazına ve üst dudağına dokunduran Helen bu şekilde sesin titreşimlerini hissediyordu. Daha önce hiç görmediğim bir şeydi ve bence hayata bağlanmanın en muhteşem yollarından biriydi. Üzerine sevgili Özge’nin kitabı geldi. Kocaman kocaman sözlerle değil, küçük ama etkileyici cümlelerle bizlere yaşama bağlanmanın yollarını açıyordu bu kitabında. Yine bunu küçük kızın ağzından ve oldukça sade bir dil ile yapıyordu. Bence dilin sadeliği ve akıcılığı ile ayrıca dikkat çeken bir çalışma. Fazla söze, laf kalabalığına girmeden kızın hissettiğini anlatıyor yazar. Elbette bu anlara çizimleriyle eşlik eden Uğur Altun’u da unutmamak gerekiyor.

Çocuklar, genellikle, yağmurda dışarıda olmayı ve oynamayı çok seviyor. Bir gün camdan izlemiştim ve istisnasız 3-4 yaşlarındaki her çocuk küçük su birikintilerine basa basa gidiyordu yoldan. Yağmur adamı küstürmeden de hayatta yer almanın yolunu anlatıyorlar aslında bir başka yanıyla da yazar. Daha doğrusu hayattan keyif almak için engelimiz olmadığını anımsatıyor inceden inceye. Ya da başka bir ifade ile şikayetlenmenin bunca kolay olduğu dönemde elimizdekini dönüştürebilmenin güzelliğini fısıldıyor Yağmur adam ile. Bir Pazar günü okumasına ve hazır da yağmurlu havalardayken iyi gidecek bir kitap kısacası …

Yazının Devamı

Sanal Zombi Anneannem

Tudem Yayınları tarafından basımı yapılan “Sen de Oku” serisini seviyoruz ve bu seriden pek çok kitap okuduk. Bu sefer ki kitabın yazarı Güzin Öztürk. Resimler de Cemre Arslan’a ait. Bağımlılık kavramını torun ve anneanne etrafından dolaşarak anlatan yazar, hepimizi hikayenin içine alıyor. Çağımızın artık vazgeçilmezi internet, dolayısıyla aslında bu alandaki sıkıntılar oldukça ciddi. Daha da ötesi bağımlılık türlerinin paralel şekilde değişebildiği de açıklanıyor işin uzmanlarınca. Yani bir konudaki bağımlılık durumunuz sizi diğerlerine de potansiyel hale getiriyor. Bu nedenle ciddiye alınması gereken bir konu aslında Güzin Öztürk’ün mizahla ele aldığı konu.

Pandemi koşulları hepimizi evlerimize ve zorunlu olarak ekranların karşısına kilitledi. Eğitim, sağlık, alışveriş ve diğer tüm alanlarla “araçsal” olarak kullanıldığında hayatımızı kolaylaştıran bir şey. Ancak maalesef ekran bağımlılığı diye bir kavram da hiç olmadığı kadar konuşulur oldu. Yazarımız galiba bu konuda çocuklara ve bizlere ayna tutuyor. Örneğin ben bu kitabı kızımın odasında okurken telefon yanımdaydı. Aniden dönüp “Kızım bu telefonu alıp araya koyar mısın? Çaldığında nasıl olsa duyarız” dedim. Galiba ayrılmaz bir parçamız gibi eve girdiğimizde bile hangi odaya gitsek bizimle geldiğini anımsadım o an. Kısacası farkında olmadan hepimiz onunla yaşamaya çok alışıyoruz ve aniden bağımlı olma olasılığımız çok yüksek. Tıpkı torununa bakmak için gelen Lülü’nün evdeki hiçbir şeyi görmeyip, elindekine odaklanması gibi. Öyle ki yemeği unutuyor, eve giren hırsızı bile farketmiyorlar ve aslında büyük tehlikeler atlatıyorlar. Torun da, o ana kadar kendisinin farkında değil ama anneanneyi görmek ve onunla vakit geçirmek onun da kendisini aynada görmesini sağlıyor.

Yazar, sadece torunu değil, bizi de kendimize getiriyor. Farkında olmadan elimizden kayıp gidenlerin değerini anlamamızı sağlıyor. Anneanneler genelde özeldir ve onunla geçirilen zaman kıymetlidir. Bu kitaptaki torun o kıymetli zamanı geri isterken, bizlerin de okur olarak hayatlarımıza sahip çıkmamızı söylüyor aslında inceden inceye. Bunu yaparken de mizah en güzel araç oluyor yazar için. Kurgusu, sade dili ve konusuyla bence oldukça iyi bir kitap elimizdeki. On yaşındaki torun ve yetmiş beş yaşındaki anneannenin internet oyunlarına kapıldığı bu macera dolu günü siz de merak ediyorsanız hiç kaçırmayın derim….

Yazının Devamı

Gökyüzünün Rengi

Bu kitabın yazarını, niyetini, kalemini ve sözcüklerini çocuklar için olduğu kadar yetişkinler için de kullanmasını çok seviyor ve değerli buluyorum. Daha önce diğer kitapları ile ilgili de yazmıştım. Gökyüzünün Rengi de yine keyifle okuduğumuz, okurken düşündüğümüz ve bize “başka türlüsü de mümkün” dedirten bir kitap. Ezberin tam karşısında, farklı ve yeni olana yol açan bir yanı var aynı zamanda. Peter H.Reynolds bence çocuk edebiyatı alanında; düşünce, felsefe ve daha pek çok kavram için anahtar isimlerden. Altın Kitaplar Yayınevi tarafından basımı yapılan kitabın çevirmeni Oya Alpar.

Marisol adlı karakter sayesinde hayatı sorgulamaya başlıyoruz okur olarak. Nasıl da özenli ve güzel bir telaş. Bu küçük kız resim yapmayı çok seviyor ve bu sevgisine okur olarak bizleri de dahil ediyor. Yazanı ve resimleyeni aynı olan kitaplardan birisi elimdeki. Dolayısıyla çok daha şanslıyız okur olarak. Çünkü söz ve resim birlikteliği ustalıkla veriliyor. Arada durup resimleri incelerken yakalıyorum kendimi. Çocuklar için yazılmış bir kitap ile tüm klasik öğretiler nasıl tersine çevrilir, işte bunu görüyoruz her sayfada. Eleştirel düşünme becerisi de eklenebilir buna elbette. Ama öyle kocaman kocaman sözlerle değil, sadece ana karakter Marisol’un resim yapma isteğiyle ulaşıyoruz bunlara. İşte, bence küçük sözlerle kocaman etki bırakmak böyle bir şey ve yazar sahiden bu konuda çok iyi.

Sadece çocuklar değil, bence daha çok büyüklerin okuması gereken bir kitap. Yazarın belki de tüm kitapları için bunu söylemek mümkün. Bize unuttuğumuz şeyleri hatırlatıyor çünkü. O sosyalleşme denilen süreçte bazen kalıp yargılara girdiğimiz gerçeğini gösteriyor usulca. Sonra oralardan geri dönüldüğünde nasıl da güzel şeyler görüp yaşayacağımızı fısıldıyor. Gökyüzünü maviye boyamak isteyen ama o rengi elinde olmadığı için bir karmaşaya ve sorgulamaya düşen Marisol, gökyüzüne daha yakından bakınca çok fazla renk görüyor ve sonunda onun sadece maviden oluşmadığını anlıyor. Bu kısmı okurken ben de resim yaparken otomatik olarak maviye kaydığımı düşündüm. Eminim pek çok kişi de öyledir. Ama Marisol gibi biz de biliyoruz ki aslında bir çok renk var gökyüzünde ve bunlarla çok daha güzel görüntüler çıkıyor ortaya. Okullarındaki duvarda yer alan resim kısmında gökyüzünü işte bu güzelliklerle dolduran Marisol hem görsel bir şölen sunuyor okura, hem de yukarıda da değindiğim gibi pek çok olumlu düşünce bırakıyor bizlere. Sade dili, kurgusu, çocuğun göz hizasından kurulan cümleleri ile bence çok ama çok iyi bir kitap var elimde. En son kısımda yazar şöyle bir not düşmüş: “Bana gökyüzünü boyarken mavi rengi kullanmayı yasaklayan ve böylece düşünme yeteneğimi geliştirmeyi öğreten Aldo Servino’ya…” İşte çocukluk tam da böyle bir şey. Bıraktığınız iz size yıllar sonra geri dönüyor. Umalım da o izler hep iyiden yana olsun ve güzel şeylere vesile olsun.

Yazının Devamı

Elveda Bay Muffin

Ulf Nilsson ile Anna-Clara Tidholm’un birlikteliği ile oluşan “Elveda Bay Muffin”, Ali Arda’nın çevirmenliği ile Türkçe’ye kazandırılıyor. Can Çocuk Yayınları’nın basımı üstlendiği kitap ölüm konusunu ele alan hüzünlü ve gerçekçi yanıyla okur olarak bizleri etkileyen bir kitap. Konu zor olunca kullanılan dil ve çocuğa görelik kavramları da yine önümüze geliyor.

Bir çocuğun gözünden dinliyoruz aslında Bay Muffin’in ölüme yaklaşma anını. Onun merakı, hüznü ve endişesi ile okuyoruz kitabı. Çocuğun gözünden ve dilinden anlatılınca daha da yakın geliyor anlatılanlar. Yaşlı bir kobay olan Muffin’e mektuplar yazarak ölümü kafasında sorgulayan çocuk ile okur olarak bizler de o sorgulamaya giriyoruz. Sadece ölüm değil, aslında Bay Muffin’in yaşamını izlerken, hayatın döngüsünü de düşünüyoruz. Mutlu bir evlilik geçiren ve çocuklarıyla keyifli zamanları olan Bay Muffin ile ilgili çok hoşuma giden bir detay da verilmiş. O da; bir gün altı çocuğuyla yürüyüşe çıkan Bay Muffin’in kendilerine saldıracaklarını düşündüğü büyük bir kuşu gördüğünde bayılmasıydı. Bu ufak detayla, kanıksanmış ve ezberletilmeye çalışılan o klasik güçlü, duygularından arınmış baba ve erkek rolünü küçük bir tersine çevirme gördüm kendimce. Ayrıca tüm duyguların hepimiz için gerçek olduğunu hatırlatması açısından da güzel bir detaydı. Çocukları korkudan bayılan Bay Muffin’i yalnız bırakmıyorlar ve bu onlar için en uzun yürüyüşü yapıyorlar. Çok tanıdık ve içten bir paylaşımdı bu kısım bence.

Dilin sadeliği, kurgunun çocuk dünyasına yakınlığı bir yana, ölümü yine sorgulamaları ile birlikte okura bırakmasıyla da bence oldukça nazik bir geçiş yapıyor yazar. Böylece kalıp yargılardan uzaklaşıyor ve Bay Muffin’e gerçekte ölümü yaşayan olarak aslında ölümün ne olduğunu en iyi kendisinin bildiğini söylüyor çocuk. Ölümün kendisi zor bir kavram ve kültürel öğelerle bezenmiş bir yas sürecini taşıyor. Dolayısıyla toplumlar arasında elbette farklılık gösterecek bir durum. Bununla beraber çocukla hayata dair her şeyin konuşulabilmesi gereğini hissedenlerden birisi olarak yanınızdaki minik okurla; elbette onun duygu ve düşünce dünyasına uygun olarak ölüm konusunu konuşmak için, büyükler olarak sizlere de bir fırsat veriyor kitap. Birine veda etmenin kolay olmadığını biliyorum, bununla beraber hayatın kocaman bir gerçeği olarak da karşımızda duruyor ölüm konusu. Bizlerin konuya yaklaşımını kaydeden minikler de tepkileri ve olayı yaşama şeklini büyük oranda bizlere yakın kuruyor. Belki tam da bu nedenle toplum olarak bizler için de tabu olan ölüm konusunu konuşma ve üzerine düşünmek için Bay Muffin iyi bir edebiyat ürünü olarak duygularımıza tercüman olabilir.

Yazının Devamı

Bir Ebeveyn Çılgınlığı Olarak İnternet

Epeydir kafamda olan bir konu son hafta aniden bizlerin de gündemine geldi. 9 yaşındaki kızım okuldan gelince sınıf arkadaşlarından bazılarının Squid Game adlı bir diziyi izlediğini ve içeriğini merak ettiğini söyledi. Diziyi o güne kadar izlememiştik. Önce üzerine okuduğumuz yazılar ve dinlediklerimiz üzerinden kısaca bu dizinin kendisine ve yaşına uygun olmadığını söyledik. Sonra oturup diziyi izledim ve ülkeler bazında bunca yaygara koparan dizinin ne olduğunu anlamaya çalıştım. Henüz birkaç bölüm izlememle 4.sınıf öğrencilerinin nasıl olup da bu diziyi izlediklerine dair şaşkınlığa düştüm. Üstelik çok daha üzücü olan yanı da şu; çoğu çocuk bu diziyi ailesiyle, yani anne veya babasıyla beraber izlemiş. Bundan daha büyük bir saçmalık nasıl olabilir bilmiyorum sahiden. Hangi anne ve baba çocuğuna bilerek bu kötülüğü yapabilir...

Dizi ile ilgili yetişkin bir izleyici olarak görüşlerimi bu yazıda paylaşmayacağım. Sadece üzüldüğüm ve sorumsuz ebeveyn tarafında olanlar açısından yazmak istiyorum bu yazıda. Üzerinden 18 yaş üstü diye uyarı bulunan, şiddet, cinsellik ve olumsuz görüntülere dair uyarısı yapılan bir dizi nasıl olur da ilköğretim seviyesine kadar düşer. Epeyce düşündüm üzerinde. Anne ve babalar olarak çoğu durumda güya çocuklarımız için elimizden geleni yapıyoruz. Mesela ek gıdaya 1. ya da veya 3.ayda başlanabiliyor mu? Elbette hayır. Başladığınızda çocuğunuzun biyolojik yapısı buna uygun olmadığı için; ya bağırsaklarında, ya midesinde veya başka bir yerde sorun çıkacak. Bu kısmı belki de şanslı olunan yanı olur; çünkü muhtemelen bebek boğulur ve bu denemeniz hüsranla sonuçlanır. İşte, vaktinden önce izlenen, maruz kalınan görseller de çocuklar için benzer şeylere sebep oluyor. Bu yazıyı okuyanlar “Benim çocuğumu yetiştirme şeklimden size ne!” diyebilir ama bizler aynı toplumun parçalarıyız. Tek başına kendi çocuğumla ilgili yapmam gerekeni yapsam bile maalesef oluşacak zararı toplum olarak hepimiz ödüyoruz. Birbirini döven, şiddet uygulayan ve patlamaya her an hazır bir neslin içinde çocuk büyütmek kolay iş değil. O nedenle herkesin elini taşın altına koyma vakti diye düşünüyorum. Mesele sadece bu dizi değil elbette. Bu diziye gelene kadar sayısız içerikle karşı karşıya kalıyor çocuklar. Çoğunda da maalesef kontrolsüz bir şekilde o görseller çocukların hafızalarına yerleşiyor. Oyunlarda, filmlerde, dizilerde; yaşına, ruhsal durumuna, duygu durumuna uygun olmayan içerikle karşılaşan çocuğun yaşayacağı zarar da maalesef hem onu ve ailesini, hem de çevresini etkiliyor. Bazı ülkeler bu diziyle ilgili uyarılar yaptı, bazı okullar velilere uyarı yazıları yolladı. Sosyal medyada pek çok psikolog ve uzman konu ile ilgili görüşlerini iletti. Tüm bunların yanında ve bunlarla birlikte ben hala bir çocuğun bu diziyi nasıl olup da ebeveyn ile izlediği kısmındayım. Sahiden kaç gündür bu dönüyor zihnimde. Neden anne ve babalar çocuklarına bu zararı verir? Bunu yaparken hiç mi görmez yanındaki küçük bedeni, ruhu. Hiç mi izlemez sonrasında yaşadıklarını?

İnternetin araçsal olarak kullanılmadığı durumlarda nasıl sorunlar ortaya çıktığına dair alanın uzmanlarıyla farklı platformlarda biraraya gelip konuştuk; bunları açık erişime de sunduk. Bununla birlikte çocuğa uygun içerikler ile ilgili paylaşımlar yapan, bu konuda kitap çıkaran çok değerli isimler var; ilk aklıma gelen Burak Göral. Örneğin onun seçtikleri ile bir önizleme yapılabilir. Ben kendisiyle iki kez çalışmaları hakkında bilgi paylaşımında bulundum. Kısacası çocuğunuza uygun ve onun hayal dünyasına denk düşen yayınları bulmak konusunda aslında daha şanslı bir dönemdeyiz. Bununla beraber tam tersi de mümkün. Çocuğu sınırsız bir şekilde ekrana maruz bırakmanın türlü zararları olduğunu uzmanlar kendi alanlarından örneklerle zaten söylüyor. En basiti dil gelişiminde gerileme, konuşma bozuklukları, dikkat eksikliği ve hiperaktivite de artış, korku, endişe, anksiyete ve bir ton şey. Pandemi boyunca kişisel olarak çocuğa dair hemen her konuda içerik paylaşımında bulunmaya çabaladım ve hala devam ediyorum. Çocuğa uygun içerik sadece görsel değil, aynı zamanda basılı olarak da oluyor ve ben bu yazılar çerçevesinde “nitelikli” diye bildiğim kitaplar üzerine yazarak azıcık da olsa bir şey yapmaya çabalıyorum. Başka kişiler de kendi alanlarından benzer telaşlarda. Söyleşilerle, videolarla, yazılarla, görsellerle, kitaplarla “çocuğa göre”, “çocuğa uygun” konularına değiniyorlar. Sayısız ve uygun olmayan içerikle çocuğu baş başa bırakmak ve belki de canımı daha da acıtan kısmı ile onunla beraber bu uygunsuz içerikleri izlemek ve bunu hiç önemsememek boğulmak üzere olan çocukla yan yana durmaktan farksız. Biraz dozunu aşan veya sert gelen bir yazı olabilir ama yine de söylemek istiyorum; çocuk büyütmek bu değil. “Belki” ile başlayacaktım cümleme ama çok bocaladım; o nedenle şöyle başlıyorum; aslında ilk önce kendimizi eğitmemiz gerekiyor, çocuk kısmı bundan sonrasında… ayrıca ve son olarak da çocuğunu sevmek onun iyiliğine çabalamak ve bu konuda en çok kendinle mücadele etmekle oluyor sanırım.

Yazının Devamı

Üç Çocuk, Bir Öğretmen ve Unutulmaz Bir Gün

Pek çok açıdan tanıdık hikayelerle dolu ve hepimizin hayatından parçaların yer aldığı bir kitap var elimizde. Pek çok ödül almış ve galiba bunun nedeni de hepimize dokunan bir yanının olması. Tudem Yayınları tarafından basımı yapılan ve John David Anderson’ın kaleme aldığı kitabın çevirmeni Damla Kellecioğlu. Öğretmenlerinin aniden rahatsızlanması nedeniyle onunla geçirecekleri ve vedalaşacakları parti günü iptal edilen üç çocuğun macerasına dahil oluyoruz okur olarak. Birbirinden farklı yaşamlar, dostluk ve dayanışmanın ağır bastığı kitaba çok fazla duygu eşlik ediyor. Öğretmen Bayan Bixby, öğrencileri için şans olanlardan birisi. Kitabı okurken kendi öğrencilik yıllarıma döndüm sıkça. Belki sayısız öğretmenle karşılaşıyorsunuz ama kaç tanesi hayatınıza dokunuyor, dokunabiliyor, orası tartışmalı. İşte Bayan Bixby çocukların hayatına dokunan ve iz bırakan isimlerden birisi. Kitabın içtenliği ve okuru sarıp sarmalaması da her çocuğun hikayesinde o dokunuşları görmek ve hissetmekte saklı sanırım.

Bu kitabı okurken başka kitaplar da çağrıştı zihnimde. Örneğin çocuklardan bir tanesinin çizimlerinin iyi olması ama bunun, ailesi ve diğerleri tarafından değer görmemesi nedeniyle ötelendiği durumda öğretmen o çizimleri ve karalamaları saklıyor. Sonra da bunları öğrencisiyle paylaşırken, aslında nasıl da kıymetli ve özel bir yeteneği olduğunu anımsatıyor çocuğa. Buruşturulmuş ve çöpe atılmış taslak kağıtların özenle düzeltilip dosyalandığını gören çocuk belki de hayatında ilk defa sahiden “görünür” oluyor ve bu onun için önemli bir an. Elbette okur olarak bizlerin de. İşte tam bu kısımda aklıma çok severek okuduğum “Nokta” kitabı ve sevgili yazarı Peter H. Reynolds geliyor. Sanki aynı şeyi, birisi resimli kitapla, diğeri romanla yapıyor. İçimden belki de ruh kardeşlikleri vardır diye geçiyor.

Yine bir başka çocuğun hayatına ve kollarına yüklenen yükü gören ve bunu onunla paylaşan Bayan Bixby sanki sadece öğrencisinin değil, hepimizin yüküne el atıyor gibi. Sade, içten, duyarlı ve dolu dolu bir öğretmen var karşımızda. Dolayısıyla dokunduğu yaşamlar da birer birer açılan çiçekler gibi zamanı gelince okuru hayran bırakıyor kendisine. Çok fazla şey biriktiriyor kitap okurda duygu olarak. O nedenle üzerine yazması da zorlaşıyor ama bir yandan da yine de yazma gereği duyuyor insan. Daha fazla aileye, çocuğa ve eğitimciye ulaşmasını diliyorsunuz okurken. Hepimizin kendi açısından alacakları var çünkü bu kitaptan. Ebeveyn yanım çok beslendi mesela ama sanırım daha çok kendi çocukluğumdaki haller geçti gözümün önünden. 40 yaşımla okurken, ilkokul dönemine geri döndüm ve orada bana iyi gelenler ile gelmeyenleri düşündüm. Bazen küçücük bir dokunuşun nasıl da kıymetli olduğunu biliyorum. Sanki içinde bulunduğumuz ve her şeyin ama her şeyin büyük bir hızla döndüğü dünyada bu güzel, sıcak ve naif dokunuşları görmek daha da zorlaşıyor. Tam da bu nedenle bize bir şeyleri anımsatması anlamında kıymetli buluyorum kitabı.

Yazının Devamı

Sıfır’ın Yaz Tatili

Rahşan İnal’ın kaleminden çıkan “Sıfır’ın Yaz Tatili” kitabı bir niyetle yola çıkmış. Bu ilk sayfalardan itibaren belli zaten. Didaktik değil ama bir sorunu çocuk dünyası için sorun olmaktan çıkarıp keyifli hale getirmeye çabalıyor. Normalde başından konu ve niyetini anladığım kitaplara biraz mesafeli duruyorum, öncelikle bunu itiraf etmeliyim. Yani “bence” çocuk edebiyatı eğitimsel bir araç niyetiyle yola çıktığında tadından kaçıyor bazı şeyler. Bununla beraber sahiden de keyifli bir yolculuk bekliyor okuru. Ayrıca maalesef matematik konusu bizim gibi toplumlarda hayatın bir parçası olarak görülemiyor. Hayatın içindeki her şeyde matematiksel bir dengenin olduğu göz ardı ediliyor ve daha da ötesi öğrenme süreci eğlenceli bir hale gelemiyor. Dolayısıyla bu anlamda çocuklardan yana bir çabada olan yazarın niyeti sevimli hale geliyor bana. Müjde Başkale’nin resimleriyle daha da güzelleşen kitap İletişim Yayınları’ndan çıkıyor.

Yazarın konuya olan hassasiyeti her sayfada kendini gösteriyor. Haklı da bir duruş aslında. Örneğin yaz tatili boyunca açılmayan matematik defterinde sıkılan Sıfır rakamı gibi. Daha önce okuduğum bir araştırma yazısında yaz tatillerinde özellikle sosyokültürel açıdan geri bölge ve ailelerdeki çocukların okul ve okulda öğrenilenlerle olan bağının koptuğu ve akranlarına göre yeni dönem başladığında daha geride oldukları yönündeydi. Yani bütün bir yazı öğrenme sürecinden mahrum geçiren bu çocuklar ile diğerleri arasındaki makas sürekli ve özellikle yaz tatillerinde açılıyordu. Öğrenmek sadece oturup matematik çalışmak değil elbette ve zaten araştırma da bunu söylemiyor. Öğrenme, hayatın bir parçası ve onu hayatın içinde işler hale getirebilmek önemli. Sanırım yazar da biraz buradan yol alıyor. Bu anlamda yetişkin okur olarak hepimizi uyarıyor yazar. İyi de yapıyor. Ada adındaki kız çocuğu, karşısında bir anda Sıfır rakamını görüyor ve onunla birlikte sohbete dalıyor. Böylece onunla beraber okur olarak bizler de aslında konu tekrarı yapıyoruz ama en eğlenceli haliyle. Güzel bir gün geçiren ve keyfi yerinde olan Sıfır da deftere geri döndüğünde diğer rakamları da aynı deneyime alıştıracak ve yeni maceralar okuru bekleyecek gibi.

Matematik ile ilgili sorunu masaya yatıran ve bunu edebiyat ile harmanlayıp çocukların önüne sunan bazı kitapları daha önce okumuştum. Bunlar içinde Haritada Kaybolmak ve Kraliçeyi Kurtarmak romanlarını özellikle anmak isterim. Harika bir kurgu ile yazar kendi çocuğunda yaşadığı sıkıntıyı tüm çocuklar adına çözme niyetine girmişti. Vladimir Tumanov bu anlamda çok güzel bir örnek ama elimdeki kitaptan daha büyük çocuklara hitap ediyor ve türü farklı. Elimdeki kitap ise daha küçük yaş grubuna, ilköğretimin ilk yıllarına tekabül ediyor. Resimli kitap olarak ilk defa denk geliyorum bu tarza. Bu anlamda bence iyi bir başlangıç. Bir de yukarıda da değindiğim gibi öğrenme sürecini çok hızlı rafa kaldıran ve uzun tatil dönemlerini her açıdan tembelliğe bırakmaya meyletmiş toplumlar için de bence uyarıcı olmuş. Gezerek, görerek, yorumlayarak, kısacası hayatın her alanındaki öğrenme sürecini okullarla birleştirebilirsek, ya da okulda öğrendiklerimizi hayatın içinde uygulayabilirsek her şey daha kalıcı hale gelecektir. Şimdi yazarken aklıma geldi; kızımın öğretmeni de kesirleri işlerken “Bunu ekmekle, meyveyle ve diğer şeylerle tekrar edin ve ona sorarak kalıcı hale gelmesini sağlayın” demişti. Galiba yazar da benzer düşüncelerden yola çıkıyor. Bu anlamda güzel ve değişik bir deneyim oldu bana da. Bakalım seri olarak devam edebilecek mi? Merakla bekliyorum.

Yazının Devamı

Küçük Bir Sorunum Var Dedi Ayı

Daha önce Komşu Teyze kitabını okumuş ve çok sevmiştik Heinz Janish’in. Şimdi de elimdeki kitap için aynı şeyi düşünüyorum. Ustalıkla ve incelikle oluşturulmuş bir kitap “Küçük Bir Sorunum Var Dedi Küçük Ayı.” Galiba yazarın diğer kitaplarını da bulup okuyacağız. Ayrı bir tad ve bakış açısı sahiden okuyan ve izleyene. Silke Leffler’in çizimlerini de elbette atlamıyorum. Çizimler de yazıyı tamamlıyor ve anlatılmak istenende yazar kadar rol kapıyor. Resimli kitapların güzel olan yanı da bu birlikteliği yakalayabilmek. Yapı Kredi Yayınları tarafından basımı yapılan kitabın çevirmeni ise Gaye Yeşim Sezer.

Çocuk edebiyatını neden sevdiğimi bir kez daha anladım bu kitapla. Sayfalarca anlatılacak şeyi az ama öz sözler ve çizimlerle önümüze koyuyor çünkü. Örneğin elimdeki kitabı okurken iyi niyetli olmanın birini anlamak için yeterli olmadığını anladım bir kez daha. Bana anımsattığı şey oldukça önemliydi. Ayının bir sorunu var ama karşısına çıkan herkes kendi kültürel ve mesleki deneyiminden yola çıkıp yorum yapıyor ve dinlemeden kendince reçeteler çıkarıyor ayıya. Bazen hepimiz aynı hatalara düşebiliyoruz. Ama sanırım yaş aldıkça kişiye en iyi gelen şeyin kendi sesini dinlemek olduğunu anlıyor insan. Buna ilave olarak o sesi dinlerken karşısında kendisine sorularıyla yardımcı olan ve kendi cevabını bulan birisi varsa bir kat daha şanslı oluyor kişi. Bu kitap bu kadar önemli bir konuyu bize öylesine içtenlikle ve görsel zenginlikle sunuyor ki, sahiden her yetişkinin alıp okuması gerekenlerden. Galiba hem yetişkin olarak, hem de çocuklarla olan iletişimimizde çoğumuz ayıya yardımcı olamayan genel çoğunluk gibi davranıyoruz. Daha dinlemeden, anlamadan, aynının kendisini anlamasını ve ifade etmesine fırsat vermeden çözüm bulmak adı altında yanlışa düşüyoruz. Neyse ki bizim sevimli ayımız sonunda kendisini dinleyen bir sinek sayesinde rahatlıyor ve okur olarak bizleri de rahatlatıyor.

Kitabı maaile okuyoruz genelde. Bu zamanı da çok kıymetli buluyorum. Tüm ailenin bir kitap etrafında toplanması hayattan koparılan en güzel zamanlar. Bu, çocuk edebiyatı etrafında olunca da ayrıca keyifli bir zaman dilimi oluyor bize. Yaş aralıklarımız farklı olsa da en küçüğümüzü baz alıp genelde resimli kitaplardan seçiyoruz bu zamanı. Bence bu kitapların da yaş sınırı yok. Çünkü her metnin, her kitabın, her görselin her birimizdeki çağrışımları farklı ve güzel olan da bu. Sadece şunu belirtmek istiyorum; ben bazen kitaba kendimi kaptırıp yorum yapabiliyorum bu zamanlarda. Bu kitap için de aynısı oldu. Aniden “Yav sus bir dinle, ne olur yani dinlesen, yeter artık” dedim ayıyı dinlemeyen bilmem kaçıncı kişide. Yorumlarıma biraz daha dikkat edip sohbet çerçevesini ufaklıklara bırakırsam daha iyi olacak galiba diyerek sonlandırıyorum bu güzel yazarın kitabını.

Yazının Devamı

Kütüphane Tavşanı

Beyaz Balina Yayınları tarafından basımı yapılan sevimli mi sevimli bir kitap var elimde. Her sayfadaki karakteri kucağıma alıp sevesim geldi. Biliyorum, klasik bir kitap tanıtım yazısı gibi başlamadım ama duygularım tamamen böyle ve onları da iletmek istedim. Yazar kadar çizer de oldukça iyi bir iş çıkarmış demek istiyorum aslında. Annie Silvestro tarafından yazılan ve Tatjana Mai-Wyss’nin resimleriyle buluşan kitabın çevirmeni Nurten Hatırnaz.

Kitaplara meraklı olan sevimli bir tavşanımız var baş karakter olarak. Havalar güzelken açık havada yapılan okumalara kulak kabartıyor keyifle ama havalar soğuyunca ve herkes kapalı mekanlara girince işler zorlaşıyor. Sevimli tavşanımız da kütüphaneyi çok merak ediyor ve oradaki kitapları ama onlara ulaşma konusunda endişeleri oluşuyor. Nihayet engelleri aşıp kütüphaneye varınca çok mutlu oluyor tavşan. Oradan kitap alıp alıp evine götürüyor ve keyifle kitapların dünyasında dolaşıyor. Onu gören arkadaşları da bu keyfin tadına varınca işler daha organize şekilde ilerliyor.

Her sayfada görseller ve metin ile bu güzel havaya dahil oluyorsunuz okur olarak. Her bir canlının heves ettiği alan farklı ve hepsi kendi ilgi alanına yönelik kitaplara gidiyor. Her şey gayet iyi giderken aniden kütüphane görevlisi geliyor yanlarına. Eyvah dediğinizi duyar gibiyim; hatta onlar da diyor ama korktukları gibi olmuyor. Görevli nazikçe hepsine bir kütüphane kartı veriyor ve genel kütüphane kurallarından bahsediyor. Sonra da onlara istedikleri kitapları ödünç olarak veriyor. Yüzlerdeki mutluluğu görmeniz lazım sahiden. Yazar ve çizer ilişkisi çok iyi ilerlediği için ayrı bir tad alıyorsunuz bu kitaptan. Son sayfalarda oluşturulan kitap kulübü de beni ayrıca mest etti. Bir sene önce bugün(18 Eylül 2021) ben de bir kitap kulübüne dahil olmuş ve ilk buluşmada yer almıştım. Nasıl güzel paylaşımlar yapıldı ve ne güzel güzel sohbetler edildi anlatamam. Kısacası kitap kulüplerinde bir kitap üzerinden kurulan incelikli sohbetlerin keyfine varan sadece biz değilmişiz dedim son sayfada. Tek bir farkla; kitaptaki canlılar hepsi aynı salondayken yüz yüze konuşuyorlar kitaplar hakkında ama biz hem pandemi, hem de ayrı illerde olmamız nedeniyle şimdilik ekran karşısında toplanıyoruz. Bu bile çok güzel diye ekliyor ve beraberce toplanacağımız zamanı iple çektiğimi kendi kulüp üyesi arkadaşlarıma iletiyorum buradan da. Kütüphanedeki Tavşan kitabı ile bitirecek olursam; her açıdan beğendiğimiz ve severek okuduğumuz bir kitap oldu maile.

Yazının Devamı

Minik Ayı Vadu Babam Beni Seviyor mu?

Galiba insan yaş aldıkça düşünceleri de değişime uğruyor. Elimdeki kitabı birkaç yıl önce okumuş olsaydım, farklı düşünebilirdim ama şimdi okuduğumda beni farklı sorulara sevk etti. Ayfer Gürdal Ünal hocam yazmış “Minik Ayı Vadu & Babam Beni Seviyor mu?” kitabını. Can Çocuk Yayınları tarafından da basılmış. Resimleyeni ise Gözde Bitir. Sonda yazacağımı baştan söyleyeyim resimleri çok sevdim. Bu çizimleri farklı yazarlara ait kitaplardan da tanıyorum diye düşünürken aynı anda elimdeki iki kitabın da aynı çizer tarafından resimlendiğini fark ettim.

Küçük bir ayı yavrusu annesiyle her akşam uyumadan önce yatakta sohbet ediyor. Bu sefer konusu; babasının ona olan sevgisi. Çok tanıdık sorular ve endişeler var yavru ayıda. Arkadaşı tavşan yavrusu ve babasının sevgilerini gösterme şekli üzerinden kendi babasının kendisine olan sevgisini sorguluyor. Etrafında çocuk olanlar için yakın sahneler ve durumlar bunlar. Yazarımız Ayfer hoca da duruma açıklık getirmek için anne ayı üzerinden sevginin farklı şekillerde gösterilebileceğini anlatıyor. Güzel ve yerinde bir konu aslında. Çünkü tek tip üzerinden duyguların aktarımını öğrenen çocuklar ilerleyen dönemlerde de bunu sürdürdüklerinde sorunlar yaşayabiliyorlar. Dolayısıyla duyguların farklı şekillerde aktarılabileceği ve gösterilebileceği konusunda oldukça keyifli bir okuma bekliyor okuru. Ben sadece okurken yavru ayının anneye açılmama ihtimali veya böylesi bir diyalog yokluğunda yaşanacakları düşündüm. Bununla beraber küçük çocukların özellikle okul öncesi dönemde ebeveynleri tarafından sarılıp sevilmelerinin nasıl güven verdiğine dair da çokça yazı var. Dolayısıyla baba ayı, Vadu’ya olan sevgisini onu korumak, cesaretlendirmek, teşvik etmek ve onunla oynamakla gösteriyor ama sanki Vadu’nun kafa karışıklığı da anlaşılır gibi. Yukarıda da belirttiğim gibi yaşla beraber bu fikrim de değişime uğramış olabilir. O nedenle bazen çocuğun duygusuna yönelik adımlarım atılmasını da kıymetli buluyorum. Bununla beraber 80’ler dönemi çocukluk geçirmiş birisi olarak bizim kuşağın da alışkın olduğu bir tavır baba ayının tavrı. Yani belki de kuşak farkıdır sevginin ifade edilme şeklinin babalar için de değişime uğrama şekline dair içimde uyanan istek. Kültürel kodlarımız baskın ve çoğu şey yüzyıllar içinde değişiyor; bunun farkındayım. Daha da ötesi bazı toplumlarda çocuğun büyükler yanında sevilmesinin de garip karşılandığı dönemleri biliyorum. Belki anlayabilirim de ama yine de küçücük bir çocuğun sevgiye doymasında olumlu şeylerden başka şeyler göremiyorum. Bu bazen baba ayınınki gibi olabilir ama bazen de baba tavşanınki gibi. Belki bunu biraz da çocuğun beklentileri belirleyebilir. Kitapta anne ayı sayesinde baba ayının sevgisi görünür hale getiriliyor davranışları üzerinden. Dolayısıyla bu güzel evet ama diye aklıma takılanlar eşlik etti bana okur olarak.

Daha geçen gün Çilem Doğan’ın bir röportajını dinledim ve orada babası ile arasının bozuk olduğu bir dönemde karşısına çıkan erkekte babasından mahrum kaldığı sevgisinden bahsediyordu. Babasına dönüp “Senin birisini buldum” demesi üzerine babasındaki şaşkınlığı anlattığı kısım da çok dikkat çekiciydi. İçim sızladı doğrusu. Çünkü sonrasında yaşadıkları, hatırlanacağı üzre, tüm aile ve gençlere ders niteliğindeydi. Şimdi elimdeki kitabı okuduğuma memnunum ama yine de babaların da çocuklarıyla olan duygusal temaslarında klasik rolleri bırakabileceğini düşünüyorum. Bunu yine bizim kuşak insanları kendi dönem filmlerinde sıkça görür ama örneğin bizim çocukların bunu anlayacağından çok emin değilim. Annenin her durumda katalizör gibi devreye girip babayı duygusal anlamda açıklama zorunluluğu da bizim döneme has bir şeydi sanırım. Şimdilerde olumlu örneklerle karşılaşıyoruz ve bu örneklerde babaların çocuklarıyla diyalogları üçüncü kişiye gerek bırakmayacak denli yakın. Belki onların da kendi duygularından daha fazla beslenmelerine ve daha naifçe bakmalarını sağlıyordur hayata. Okuduğuma ve sonrasında bu düşünceleri yazmama vesile olduğu için teşekkür ediyorum Ayfer hocama. Gözde Bitir’in çizimleriyle daha da keyifli bir hal aldı okuma süreci. Galiba aynı zamanda sesli düşünmemi de sağladı, bilemiyorum. Yine de tüm soru işaretlerimle konuyu ele almak istedim.

Yazının Devamı

Yoğun Bir Yıl

Leo Lionni, sahiden harika bir yazar ve çizer. Okuduğum kitaplarına hep hayranlık duydum, en çok da Frederick’e. Şimdi elimde Yoğun Bir Yıl kitabı var ve bu da çok hoş bir kitap. Elma Yayınevi tarafından basımı yapılan kitabın çevirmeni Kemal Atakay. Winnie ve Willie adındaki ikiz farelerin peşinden ormandaki Woody adında ağaçla sohbete giriyoruz bu kitapla.

McBarney Çiftliği’nde yaşayan ikizler birçok hayvanla olan güzel yaşamlarını anlatıyor ağaca ve sonra ağacı dinliyorlar. Okur olarak biz de bu keyifli dostluğu izliyoruz her sayfada. Her mevsim doğanın dönüşümü ve ağacın o döngüdeki hali ile ikizler kadar bizler de meraklı bir yolculuğa çıkmış gibi oluyoruz. Sararan yapraklar, tomurcuklar ve meyve veren ağacın yaz aylarında yangınlardan korkması tam da bam telime dokunuyor. Malum, bu yazı oldukça kötü geçiren bir coğrafyadayız. Pek çok yangın çıktı ve büyük zararlar oluştu. Bu kitaptaki Woody adlı ağacın: “… insanlar sigara ve kamp ateşleri konusunda dikkatsiz davranıyorlar, birçok ağaç yanıp yok oluyor. Koşmak elimden gelmiyor ki” sözleri sanki yanan ormanlarımızdaki ağaçların sesi gibi. Çok etkileyiciydi bu bölüm ve ağacın korktuğu başına geliyor ama ikiz fareler hemen yardıma koştuğu için ağaç yanmaktan kurtuluyor. İçimden Woody’nin kaderi ve ona uzanan yardım eli tüm ormanlara, canlılara ve ağaçlara ulaşsın diye geçiyor.

İkizler tatile giderken uyuyan ağacı rahatsız etmemek için ona not bırakıyorlar. Her sayfası ayrı güzel ve özel bir kitap bu. Kışa girdiklerinde tüm yapraklarını dökmüş ve soğukta kalan Woody için endişelenen ikizleri yine Woody sakinleştiriyor. Baharda yeniden tomurcuklanıp, çiçek vereceğini söyleyerek hem ikizleri, hem de okur olarak beni rahatlatıyor. Nihayetinde umutsuz yaşayamıyoruz ve ona ihtiyacımız var. Her karanlığın ardında ışığın olacağını düşünmeden yaşayamayız ki…

Yazının Devamı

Gizemli Kütüphaneci

Dominique Demers’ın evde Yeni Futbol Antrenörü adlı kitabı da var ama ben henüz okumadım. Bizim Küçük Cadı onu okumuş ve bugünkü yazıya konu olan Gizemli Kütüphaneci’yi görünce hemen almak istedi. Aldığı günde de merakla çevirdi sayfaları. Ondaki merak beni de tetikledi. Can Çocuk Yayınları tarafından basımı yapılan kitabın resimleyeni Tony Ross. Türkçe’ye Tuğçe Özdeniz tarafından çevrilen kitabı ben de başladığım gibi bitirdim. Çok da sevdim. İçinde olduğumuz olumsuz günlerde ilaç gibi geldi desem abartmış olmam. Bayan Charlotte karakteri zaten kapaktan yakaladı beni ama her sayfada ayrıca hayranlık duydum kendisine.

Bir seriye ait olan kitap ve ana karakteri hayatımızda hep olmasını istediğimiz kişilerden. Bununla beraber kitapta yer alan diğerleri de maalesef oldukça tanıdık ve onlar azımsanmayacak kadar çoklar. Mesela okul müdürü olarak görev yapan ama aslında çocukların kitap okuma sevgisi için hiçbir çaba sarfetmeyen kişi. Bununla kalsa iyi, bu amaçla çalışan Bayan Charlotte’yi de engellemeye çabalıyor. Ama ana karakterimiz kapaktaki resimden de anlaşılacağı üzre asla pes etmeyecek kişilerden. Ayrıca klasik ön yargıları da yerle bir etme konusunda çok ustalıklı. Çocukların önyargıları dahil buna. Okumaya direnç gösteren çocukları bile birkaç değişik adımla okumaya alıştırıyor. Kütüphaneci olarak başladığı okuldaki kitapları önce kendisi okuyor ve buna göre işine karar veriyor. Harika bir ayrıntı bence. Elbette her kütüphanecinin yapabileceği bir şey değil ama ne yalan söyleyeyim kitapçıya girdiğimde sorduğum bir kitabı bilen veya üzerine sohbet kurabilen insanları özlüyorum. Geçen gün kitap kulübü üyelerimizden Sıla Bilgin ile konuşurken de aynı şeyi dillendirdik. 6 katlı bir mekanda sorduğunuz tek kitap için fikir veremeyecek insanlar var. Buna da kitapçı yerine kırtasiyeci demek düştü ikimizin de aklına. Bu konuda yalnız olmadığımızı bilmek de güzel. Bunu da ayrıca belirtmiş olayım. Sevgili yazarımız da bize farklı bir coğrafyadan ama aynı duygudan seslendiriyor. Zaten kendisi de çocuk edebiyatı üzerine yüksek lisans ve doktora eğitimini tamamlamış. Bence aldığı eğitimi kitabın her sayfasına sindirebilmiş kişilerden. Keyifle, heyecanla, merakla okudum her sayfayı.

Bayan Charlotte büyüklerin dünyasından sıyrılıp çocuklara ulaşabilen kişilerden. Zaten bu yüzden benden önce yanımdaki küçük okuru çekiyor. Onun dilini biliyor çünkü. Ayrıca benim gibi çocuk edebiyatından büyük keyif alanları da yakalıyor elbette yazar. Ana karakter o okulda ve o çocuk grubunda kendince görevini yerine getirdiğine inandığı zaman ayrılıyor ordan. Bakalım bir sonraki durağı neresi olacak. Bu arada eve gider gitmez Yeni Futbol Antrenörü’nü de okuyacağım. Sade ve akıcı dili ile merakı canlı tutan her ayrıntısı için şimdiden sabırsızlanıyorum. Kitabı bitirdiğimde aklımdan çok şey geçti. Mesela sahiden çocuklara bu yazarın sunduğu ana karakter gibi yaklaşabilseydik dedim kendi kendime. Acaba o zaman bunca kötülük azalmaz mıydı dünyamızdan? Her yanımız yanıyor ama bir taraftan da cehalet ve ırkçılık da aldı başını gidiyor. Ne dersiniz sahiden suçun çoğu biz büyüklerde değil mi? Okumaya, okuduklarımızı içselleştirmeye ve evrensel değerlerde birleşmeye devam etmek bildiğim en iyi yol. Böylece hem kendimizle, hem de doğa ile bütünleşebiliriz. Aksinde mutsuz olduğumuz ve zarar verdiğimiz ortada zaten. Bayan Charlotte’nin maceraları ve öğretisi sarsın tüm yetişkinleri o zaman.

Yazının Devamı

Miguel

İletişim Yayınları tarafından basımı yapılan Miguel kitabını yine aynı yayınevi çalışanlarından Dilek Büyük aracılığıyla duydum. Dilek hanım, Sanat Kritik sayfasında bu kitapla ilgili bir yazı kaleme almıştı. Ben de kitabı aklıma aldım ve yazıyı okumayı sonraya bıraktım. Böylece mesafemi koruyarak okudum kitabı ve sonrasında da Dilek hanımın yazısını okudum. Benzer yerlerden sevmişiz kitabı, öncelikle bunu belirtmek isterim. Yazıyı da ayrıca okumanızı tavsiye ederim, ayrı ve güzel bir tad bırakıyor insanda.

Alfredo Gõmez Cerdā tarafından yazılan ve Javier Zabala tarafından resimlenen kitap sahiden etkileyici ve tam da Dilek hanımın belirttiği gibi her yaştan okura sesleniyor. Yazarken farkettim ki benzer açılardan bir kitaba bakmak ne güzel şeymiş, sanki arada paslaşıyorum Dilek hanımla. Neyse kitaba dönecek olursam; farklı sosyal ve ekonomik yapıdan kişileri izlemek ve onlarla empati kurmak için iyi bir edebi dil var karşımızda. Bazı noktalarda biraz duraladım ama her okurda ayrı bir duygu bırakacağını düşünüyorum. Ailenin tek çocuğu olan Miguel bir alışveriş esnasında anne ve babasını kaybediyor ve olanlar bundan sonra oluyor. Çöp bidonunda bir şeyler karıştıran ve kir pas içindeki yaşlı adama denk geliyor kahramanımız. Onunla olan ve o ana kadar deneyimlemediği bir diyalog sonrasında Miguel şaşkınlıkla beraber adamın cazibesine de kapılıyor. Evsiz barksız olduğu belli olan adam önceleri nasıl marketlerden yiyecek çaldığını anlatıyor ve sonrasında kitapları çalmaya başladığını söylüyor. Miguel’in o yaşa kadar öğrendiklerinin tersine bir yaşam başlıyor bundan sonra. Yaşlı adam Walt Whitman’ın bir şiirinden bahsediyor çocuğa ve bu dizeler büyülü bir etki ile Miguel’in hayatını değiştiriyor. Dizeler şöyle;

“Her gün dışarı çıkan bir çocuk vardı

Yazının Devamı

Ben yanılabilirim

İlk okumada bocaladığım ve acaba didaktik bir yanı mı beni duralattı dediğim bir kitap oldu “Ben yanılabilirim” kitabı. Bununla birlikte kafamı kurcalayan şeyler bıraktı elbette ve özellikle büyüklerin okuması için bu yazıyı yazmaya karar verdim. Bazı kavramlar nasıl da uzak bizlerden ve günümüz insanlarının bir kısmından. Çocuk edebiyatından bir kitap karşımda ama temel bazı felsefi kavramları etrafımızdaki nice insan bilmiyor ve hayatına almıyor. Hal böyle olunca içinden çıkılmaz bir sürü şeyle karşı karşıya kalan ve aslında bunun yarattığı sorunlarla boğuşan bir toplum haline geliyoruz. Anooshirvan Miandji tam da bu düşüncelerde bırakmasıyla bile bence oldukça kıymetli bir çabanın içinde. O kadar basit şeyler soruyor ki hem kitabın kahramanına, hem de okur olarak bizlere. Bilmediğin bir kelime duyunca ne yaparsın mesela? Düşünce nedir? Sonra yine kahramanın elindeki kitap aracılığıyla yanıtlar arıyorlar sorulara. Mesela bilmediğimiz şeylerde ne yaparız? Araştırır, o kelimeyi veya konuyu öğrenir, sonra da doğruyu arama telaşımızı yaşam şeklimize alır mıyız acaba? Ah ah keşke bunu içselleştirebilsek dedim kitabı bitirince. Bilgi Çocuk Kitaplığı tarafından basımı yapılan kitabın resimleyeni Efecan Sezer.

Basit felsefi kavramlardan yola çıkıyor yazar ama ben sanki okurken başka başka diyarlarda geziyorum. Tehlikeli olan ve aynı zamanda kolay olan yalana inanmak var bir tarafta ve diğer tarafta tam da bunun aksinin peşinde bir kitap. Düşün diyor, düşünme nedir diyor, yeni kelimeler öğren diyor ve yeni kelimeler öğrendikçe bilgin artar diyor. Sonra bilgisizlikten hata yapma payın artar diyor. Nasıl önemli bir nokta. Bilmediğin ve daha da önemlisi bunun farkına varamadığında hata yapman kaçınılmaz. Hata yapmak kötü değil elbette ama farkına varamıyorsak insan olarak, o zaman hem kendimize, hem de çevremize zarar verebiliriz. Mesela yalana kolay inanırız, araştırıp doğruyu bulmak zor geleceği için. Bunu gündelik hayatta çok görüyor ve deneyimliyoruz. Sürü psikolojisi gelişir mesela kolayca ve bununla beraber toplum olarak ciddi ve zararlı sonuçları olan olayların içine düşeriz. Düşmedik mi mesela? İnsanlık tarihine kara leke olarak bırakılan nasıl olaylar var. Oysa düşünen, araştıran ve daha küçücük çocukken içindeki merak duygusu gıdıklanan çocuklar kolay kolay yalana kanmaz. Hata yapar ama hatasını farkında varıp kısa sürede telafiye gider. Hatasının farkına vardığı için de gereken dersi alır. Ama merak duygusu köreltilenler için ve onların çoğunlukta olduğu toplumlar için durum sahiden zor ve kritik.

“Ben yanılabilirim” kitabını bitirdim ama bendeki sorular artarak devam ediyor içimde. Yazdıkça da durulmuyor üstelik. Galiba felsefe dersleri okulöncesinden itibaren hayatımızda olmalı. Öyle seçmeli ders gibi filan da değil. Alanında uzman kişilerce ve nitelikli bir içerikle sunulmalı bazı temel kavramlar çocuklara. Çocuklarla beraber yol alınmalı hayatta aslında. Hani diyoruz ya eleştirel düşünme becerisi, karşılaştırmalı okuma gibi şeyler; işte bunlar daha erken yaşlarda edinmemiz gerekenlerden. Yoksa sosyal medyadaki bir yalana bile çok kolayca takılıp gidiyor insanlar. Hayatın kendisi aslında felsefe ama maalesef gereken önemi veremiyoruz, vermiyoruz. Müfredetta nerede mesela felsefe eğitimi, eleştirel düşünme dersleri, medya okur yazarlığı ve buna benzer şeyler? Ayrıca bu alanda yapılan çalışmalarda kimler yer alıyor, alan mezunları, bu alanda çalışmaları olanlar mı oralarda yoksa bazı kavramlar popüler oldukça bir iki sertifika ile bu alanlar dolduruluyor mu? Bazı özel okullarda bu kavramları duyuyoruz ama içerikte nasıllar mesela? Sevgili Anooshirvan Miandji siz yazarken benim aklıma bunları getireceğinizi düşünmüş müydünüz mesela? Daha bir sürü şey daha dönüyor zihnimde. Sadece kafamı karıştırması bile güzel. Bir kitabın beni düşüncelerimle baş başa bırakmasından daha önemli bir şey olabilir mi? Yalnız yine altını çizerek belirtmek istiyorum, lütfen anne ve babalar, eğitimciler ve aslında hayata karşı merakı olan herkes öncelikle kendisi için okusun kitabı, biz bir şeyleri içselleştirirsek, sanki bizden daha rahat süzülür yanımızdaki minik okurlara.

Yazının Devamı

Çınar’ın Festival Günlüğü

Hazal Uzuner’in kaleminden çıkan “Çınar’ın Festival Günlüğü” alıp diyar diyar gezdiriyor okuru. Hem de öyle böyle değil, festivale doyuyorsunuz sadece resimlere bakarken bile. Dolayısıyla yazar kadar çizerin de, Özlem Isıyel Yalçınkaya oluyor kendileri, hakkını vermek lazım; oldukça iyi olmuş çizimler. Öyle ki yanımızdaki en küçük dinleyici 2,5 yaşında olmasına rağmen kitabı sonuna kadar dinledi ve izledi sayfaları. Dinozor Çocuk’tan çıkan kitap bizi maaile sardı yani.

Çınar, babası ve annesi ile birlikte Hıdırellez şenliklerine katılıyor ve orada gördükleri ile şaşkına dönüyor. İtiraf edeyim bizdeki Küçük Cadı da hem heyecanlandı, hem de “Ateşten atlamak tehlikeli değil mi anne? Buna nasıl izin veriliyor ki?” dedi. Sonra ona çocukken bizim de mahallemizde bu şenliklerin yapıldığını ve küçük de olsa bir ateş yakılıp üzerinden atladığımızı anlattım. Gözlerindeki şaşkınlık kadar merak da arttı bundan sonra. Çınar, hem kültürel belleğimizde olanları çağırdı bize, hem de farklı kültürlere okur olarak seyahat etmemize olanak tanıdı. Kaptan olan babası ile gemiye atlayıp birçok ülke ve festival geziyor kitap kahramanı. Onunla beraber okur ve dinleyiciler olarak bizler de. Meksika’daki Ölüler Günü Festivali, Hindistan’daki Holi Festivali, Japonya’daki Kiraz Çiçeği Festivali, Rusya’daki Kış Festivali sahiden görülesi yerlermiş dedik kitabı bitirince. Ben eskiden beri Japonya’daki Kiraz Çiçeği Festivali’ni merak ediyorum ve umarım bir gün katılabilirim bu güzel festivale. Küçük Cadı Holi Festivali’ni ve Kış Festivali’ni merak etti ve eşim de Ölüler Günü Festivali’ni. Sonra hepsine katılmayı daha doğru bulduk. Bize hayal bıraktı yani yazar ve çizer. Sadece bu yanıyla bile yanımıza bir artı bıraktılar farkında olmadan.

Farklı coğrafyalar, farklı kültürler ve inanışlar insanı zenginleştirir. Kendi sınırlı dünyamızdan çıkmamızı sağlar. Çocuklar için de özellikle gerekli olduğunu düşünüyorum bunun. Elbette seyahat etmek hepimiz için sınırlılıkları olan bir şey. Bunun farklı gerekçeleri, maddi ve manevi yükü var. Ama okuyarak, izleyerek ve olabildiğince hareket haline olarak bunu yaşamak güzel. Bu bence tek tipleşmenin de önüne geçmek için fırsat. Dünyanın sadece bizden ve yaşadığımız kültürden ibaret olmadığını göstermesi anlamında kıymetli buldum kitabı. Yine yanınızdaki minik okur ve dinleyicilerle size bu konularda konuşmak için sohbet imkanı sunması da güzel. Meksika’daki Ölüler Günü Festivali’ni acaba okurken tedirginlik oluşturur mu diye geçti bir an aklımdan ama sonra okuyunca anladım ki, bu yine biz ebeveynlerin önyargıları. Kendi değer dünyamızdan bakıyoruz hayata ve çocukları da bazen kendimiz gibi düşünüyoruz. Oysa ki bizim verdiğimiz tepkilerle şekilleniyor onların kavramlara yaklaşımı. Kendi sınırlı tecrübe ve kültürel belleğimizden arınmak ve dünyaya farklı kültür ve değer yargılarından bakmak anlamında da bir şans tanıyor bu yönüyle Çınar’ın Festival Günlüğü. Emeği geçenleri kutluyorum sahiden.

Yazının Devamı

Elmalı Davası ve Adalet Duygumuz

Dünden beri hemen herkesin dilinde Elmalı Davası var. Tüylerimizi diken diken eden bir olay ve karar ile karşı karşıyayız. Nasıl tepki vereceğimizi bilemediğimizden çocuklar için olumsuz paylaşımlar da yapabiliyoruz. Hepimizin aklının, sırrının ermediği bir sorun ile karşı karşıyayız. Ama bu sorun yeni değil. Maalesef son da olmayacak. Hatırlayanlarınız olacaktır; N.Ç. Davası vardı yıllar önce. Bir köy dolusu insan 13 yaşındaki kız çocuğuna cinsel istismarda bulunmuştu da kimsenin sesi çıkmamıştı. En çok zoruma giden ve bendeki adalet duygusunu yerle bir eden cümle ise mahkemede kendisine “Rızası vardı” denilmesiydi. Rıza kelimesinin aslı boyun eğmeyi barındırıyor zaten ve 13 yaşındaki çocukta rıza aramak da neyin nesiydi? Hukukçu değilim ama bildiğim tek doğru adaletin çocuklardan yana olması gerektiği. Onda da adaleti sağlayamayacaksak ne olacak ki halimiz? Başta da belirttiğim gibi bu dava bende ciddi bir kırılmadır. Eminim, benim gibi pek çok kişide de aynıdır.

N.Ç. ile bitmedi elbette ve artarak devam etti çocuk istismarı. Öyle ki hepimizin kanı dondu yaşananları dinlerken. İnsan olarak nefes alamaz hale geldiğimiz olaylara tanık olduk. Ensest kavramını konuşur olduk ve bu zaten aslında eskiden beri vardı. Sonra güven duygumuz zedelendi en çok da. İnsan olarak insanlığa inancımız zayıfladı. Sadece çocuklar değil 90 küsur yaşındaki kadın da evinde tecavüze uğradı mesela, ya da hayvanlar da buna maruz kaldılar. Kısacası her tarafından şiddet akan olayları duyarak yaşar olduk. Bu şiddetin en ağır halini de çocuklar yaşadı ve maalesef yaşamaya devam ediyor. Saadet Öğretmen olayı vardı bir de epeyce aklımızı meşgul eden. Bir okuldaki çocukların yaşadıklarını büyük bir mücadele ile dillendirdi, haykırdı. Sonunda da o hastalıklı insanın ceza almasını sağladı. Bireysel çok fazla örnek var ve Saadet Öğretmen de bu mücadeleye Çocuk İstismarı ile Mücadele Derneği ile devam ediyor. Sadece o değil, çok sayıda insan bu durumdaki çocuklar için uğraşıyor. Onlardan birisi olan Dr. Ezgi Yaman da mesela, Çocuğun Cinsel ve Ticari Sömürüsü ile Mücadele Ağı’nın bir üyesi ve kendisiyle hem zoom üzerinden, hem de çalıştığım kurum olan Kocaeli Üniversitesi Radyosu Radyo Ki’de söyleşi yaptım. İlk kez bir yayın esnasında ağladım. Sadece o da değil, yine kurum çalışanlarımızdan Prof. Dr. Başar Çolak hoca da adli tıpçı ve o da bu konu ile ilgili bilgilerini paylaştı yine radyoda bizlerle. Kısacası sorun bugünlük veya münferit değil. İşte tam da bu nedenle hepimiz için kanayan bir yara, hem de açık bir yara.

Gelelim bu kanayan yaranın nasıl kapanacağına, ya da kapanması için neler yapılabileceğine. Öncelikle bir anne, kız çocuğu, eş ve her şeyden önce insan olarak çocuklarla ilgili yaşananların ruhuma zarar verdiğini belirtmek zorundayım. Bu ülkedeki rasyonel akıldaki ve vicdan sahibi herkes için de aynıdır eminim. Bununla birlikte daha tehlikeli olan ise adaletin bu davalarda çocuklardan en büyük yarar doğrultusunda karar vermediği durumlarda güven ve adalet duygumuzun zedelenmesi. Bu daha ağır bir toplumsal sorun. Pandemi döneminde herkes zorluk yaşadı ama Prof. Dr. Ayşen Coşkun(Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı bölümü öğretim üyesi) hocanın bir söyleşisinde bas bas bağırarak öğretmenlere, çocuklara ulaşma yollarını genişletmesini istediği hatırlıyorum. Ensest durumlarında evden çıkamayan ve destek alamayan bu çocukları düşününce hocanın haklı söylemleri ve uyarılarına bir kez daha vurgu yapmak istedim. Kısacası sadece adalet değil, tüm bakanlıkların bu konuyu ana gündem maddelerine almaları ve bu yönde sağlam çalışmalar içinde olmaları gerekiyor. Dün hepimizi sarsan olayda anne madde bağımlısı mı, akıl sağlığı yerinde mi değil mi, sapkın mı yoksa başka bir şey mi bilmiyorum. Bir insanın dünyada en fazla güveneceği kişilerden zarar görmesi, onu hayatı boyunca izleyecek sorunları getiriyor. O çocuklarda kaybolan güven duygusu gibi bence toplum olarak bizler de aynı zararı alıyoruz. Sosyal medya kullanıcısı olarak dünden beri yapılan yorumlara bakıyorum ve gidişatın gerçekten tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Mesele tepki verip vermemek değil, insanların adalete olan güvenleri zarar görünce onlar da bu çocuklar gibi yaralarıyla yol alıyorlar yaşamda. Bir anne olarak, bir kız çocuğu ve bir insan olarak Adalet Bakanlığı’ndan çocuklarla ilgili tüm davalarda çocuk yararına en yüksek kararın çıkmasını talep ediyorum. Aksi türlüsünde yaşamak hepimize sahiden zor. Bireysel davalar da çok ama çok önemli, ama daha önemlisi bu davalarda kimin ne şekilde ceza aldığı ve yaranın nasıl sarılmaya çalışıldığı. Bu noktada sadece bakanlıklar değil, toplum olarak hangi partiye oy verirsek verelim, veya oy vermesek de bir şekilde temsil edildiğimiz tüm kademelerdeki kişilerin, millet vekillerinin de bu konuyla ilgili çalışma içine girmelerini; rahat nefes almamız, adalete güven duyabilmemiz, yaşadığımız ülkede korkmadan çocuk büyütebilmemiz için talep ediyorum. Üzerinde düşünülmesi gereken çok fazla şey var ve öncelikle toplum yararı için adım atılmalı.

Yazının Devamı

Yattığın yer incitmesin Ceren…

Bazı insanlar ve aileleri özeldir, güzeldir ve varlıkları ile hayata anlam katarlar. Onlardan birisi olan Murat Özveri için yazmak istiyorum şimdi. Hayatındaki baş etmeye çalıştığı mücadelesi kadar, hayat mücadelesi verenlerin daima yanında olan bir isimdir Murat Özveri. Avukatlığı ise sadece hukuka olan inancı ile hepimize örnek oluşturur. Ekmek kavgasında hep ezilenden yana tavır alır ve bunu dahil olduğu davalardan bilmeyen yoktur. Dost elidir tüm işçilere. En son kaleme aldığı yazısı çocuk işçiliği üzerine mesela. Bu bile çok şey anlatıyor aslında. İlde tanımaktan onur duyduğum hocamın bugün büyük bir acısı var. İkiz kızlarından Ceren Özveri bugün aramızdan ayrılmış. Uzun ve çetrefilli bir yol izlediler ama her zaman yaşamdan yana oldular. Ailecek tek yürek oldular, umut oldular onarı tanıyan herkese. Sadece uzaktan tanık olmakla bile umutlarına ortak olduk. Örneğin biz kızımla hıdırellezde onlar adına dileklerde bulunup gül ağaçlarına astık o umuda bir damla eklemek için. Elimizden geleni buydu sadece. Sonra bir gün, resimlerini gördüm sosyal medyada ve hepsinin gözleri ışıl ışıldı. Dayanamadım telefonumu elime alıp mesajla “Hocam yüzünüzdeki gülümseme daim olsun, buradan da yazmak istedim” dedim. Kısacası mutlu olmalarından kendime mutluluk devşirdiğim insanlardır ve ben tanımadan Ceren’i çok sevdim. Onu ve güzel ailesini. Bugün kalbim onlarla. Acılarını içimde hissediyorum ve yine yazmak istedim. Hayatın en zorlu yanları ve işte kelimelerimizin anlamsızlaştığı anlar. Yine de sevgili Murat hocam ve ailesi; sizlerin Ceren için istediğiniz ne ise “Işıklarda uyuması veya cennette olması” o olsun. Yaşama sarılma haliyle uzaktan ve hiç tanımadan da olsa bana ve eminim pek çok kişiye örnek oldu. Yattığı yer incitmesin…

Yazının Devamı

Nehir Gibi Konuşurum

Birkaç kez okuduğum kitabı sanırım ara ara yine okuyabilirim. Bazen okurken çizimleri kaçırıyorum ve sadece resimlerine bakmak için yine kitabı elime alıyorum. Nehir Gibi Konuşurum da bunlardan biri. Kırmızı Kedi Çocuk tarafından basımı yapılan ve Kanalı şair Jordan Scott’un kendi kekemelik sürecinden yola çıkarak kaleme aldığı kitabın çizeri Sydney Smith. Türkçe’ye Gonca Özmen tarafından çevriliyor kitap ve okuması kadar izlemesi de keyifli bir hal alıyor okur olarak bende.

Öncelikle çocuk için nerede duracak bilemiyorum; muhtemelen rahatlamasını ve böylesi bir sorun yaşıyorsa yalnız olmadığını hissetmesi anlamında iyi bir örnek olur. Ancak bunlar varsayım elbette. Bununla beraber kekeme olmayan minik okurlardan biri de bizim evde ve onunla da okuduk kitabı. Daha doğrusu o okudu, ben dinledim bu sefer. O da sevdi kitabı ve hikayesi hoşuna gitti. Ben yine de çoğunlukla yetişkin okurlar için çok daha faydalı olacağını düşünüyorum. Aynı, Peter H Reynolds’ın kaleme aldığı Nokta kitabındaki gibi bir etki bıraktı bende. Yani konuyu yetişkin okurun görmesinin, etrafındaki çocuklar için daha iyi olacağını düşündüğüm kitaplardan. Çünkü bazen çözümü olan ve aslında basit bir çözümü olan konularda iyi bir rehberliği yerine getiremeyen büyükler oluyor. Hal böyle olunca da sorunla uğraşan çocuklar için her şey daha da karmaşıklaşabiliyor. Tam da bu nedenle elimdeki kitabı tüm yetişkinlerin ve özellikle çocuklarla ilgili olanların okumasını isterim. Bakış açısının değişmesiyle hayatı ve yaşadığı zorluğun kolaylaştığı bir çocuk var çünkü karşımızda ve bunu babası sayesinde yapabiliyor. Daha doğrusu onun rehberliği ve yol göstericiliği ile. Küçük ama önemli bir dokunuşta bulunuyor baba.

Çocuk her sabah kelimelerin kendisini çevrelediği ve daralttığı şekliyle başlıyor güne ve bu onun için oldukça zorlayıcı oluyor. Okurken konuşmanın bazılarımız için nasıl da zor olabileceğini görüyoruz. Çocuk da ağzından çıkamayan kelimeler yerine sessiz kalmayı tercih ediyor. Bazılarına oldukça kolay gelen şey, bu çocuğun tam bir mücadele alanı haline dönüyor. Okulda da yeterince iyi bir destekle karşılaşmıyor ve orası da çocuk için üzücü bir yer haline geliyor. Konuşmak zorunda olmak onu yıprattığından sınıfın arka kısmında oturuyor ve görünmez olmak için gereken her şeyi deniyor aslında. Yine de bir çeşit öteki olmaktan kurtulamıyor; çünkü etrafındakilerden yaşadığı sorun nedeniyle ayrışıyor ve onların gülmeleri, dalga geçmeleri ile de baş edemiyor. Neyse ki onu anlayan bir babası var ve bu, yaşadığı soruna başka bir tarafından bakmasını sağlıyor. Şair bir yazarın kaleminden çıkınca kitap bir yandan şiirsel bir tad alıyorsunuz, bir yandan da sözcüklerin derinliğiyle baş başa kalıyorsunuz okur olarak. İşte tam bu nedenle okul öncesinde ne kadar anlaşılacağı konusunda endişe duyabilirim. Yine de konusu itibariyle, çizimleri ve şiirsel diliyle ebeveyn rehberliğinde okunduğunda farklılıkları görmek anlamında önemli olduğunu düşünüyorum. Benzetmeler, betimlemeler, kullanılan dil ve çizimler yetişkin okur olarak bende çok ayrı bir tad bıraktı. Resim çizme konusunda küçük bir noktadan yola çıkarak çocuğu cesaretlendiren Peter H. Reynolds gibi konuşması konusundaki desteği ve olaya farklı tarafından bakmayı sağlayarak aynı cesareti çocuğa veren Jordan Scott da taraflarını çocuktan yana koyanlardan. İşte galiba en çok da biz büyüklerin o tarafı seçme ve elimizdeki kitap sayesinde o tarafı daha iyi anlama niyetiyle altını çiziyorum yetişkin okurun okumasının iyi olacağına dair düşüncemi.

Yazının Devamı