Ulan Trump, az kalsın başımı yakacaktın!
Bir hayli yoğun geçti gündem, yazmaya zaman bulamadım dün…
Konu; ABD Başkanı Trump’un, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yazdığı mektuptu…
Kahraman Türk ordusunun, sınırımızda güvenli bölge oluşturmak için terör örgütlerine karşı başlattığı temizlik harekatı (Barış Pınarı Harekatı) nedeniyle hala müttefikimiz olan Amerika’nın Başkanı Trump, Türkiye’ye ve bu ülkenin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a, nezaketsiz bir dil ile ayar vermeye kalkmıştı.
Mektuptaki ifadeler, ortaokul çağındaki bir çocuğun kullanmayacağı bir dille aktarılmıştı.
Trump, mektubuna “Sayın Cumhurbaşkanı” diye başlamış ancak sonrasında tehdit içeren nezaketsiz bir dille şunları aktarmıştı: “Hadi iyi bir anlaşma yapmaya çalışalım. Siz binlerce kişinin öldürülmesinin sorumlusu olmak istemezsiniz, ben de Türk ekonomisini yok etmek istemem, ki yaparım. Yapabileceklerimin küçük bir örneğini Rahip Brunson konusunda zaten size göstermiştim. Sizin sorunlarınızı çözmek için çok çalışıyorum. Dünyayı hayal kırıklığına uğratmayın. İyi bir anlaşma yapabilirsiniz. General Mazlum (Şahin Cilo adlı PKK'lı) sizinle müzakere etmek istiyor, geçmişte yapamayacağı pek çok tavizi vermeye razı. Yeni elime geçen, bana hitaben yazdığı mektubu ekte size gönderiyorum. Eğer bunu doğru ve insani şekilde yapabilirseniz, tarih size olumlu bakacaktır. Eğer iyi şeyler olmaz ise sizi sonsuza kadar şeytan olarak görecektir. Katı bir adam olmayın. Budala olmayın. Sizi daha sonra arayacağım. Saygılarımla, Donald Trump.”
Her ne kadar bir partinin genel başkanı da olsa bu ülkenin Cumhurbaşkanı’naydı bu sözler… Sevmeyebilirsiniz Erdoğan’ı, taraflı görebilirsiniz, demokratik de bulmayabilirsiniz ama bu bizim iç meselemizdi; ülkemiz üzerinde iyi emelleri olmadığı bilinen, Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren ABD’nin Başkanı’nın bu sözlerine sessiz kalınamazdı. Bu sözlerden, Erdoğan ve partisine muhalif olunsa dahi hoşnut olunamazdı. Erdoğan’a yazılan bu mektup, Türkiye Cumhuriyeti’ne yazılmıştı…
Her Türk vatandaşı gibi benim de kanıma dokundu bu mektup.
Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan ve tüm toplumun bu mektuba en sert cevabı vermesi gerekiyordu…
Bu yüzden bir yazı kaleme alacaktım. Denizde bir damla olarak üzerime düşeni yapacaktım. Her ne kadar yazdığım Trump’a ulaşmayacak olsa da içimdeki öfkeyi kusacaktım. Ağır olacaktı yazım, öfkem kadar ağır olacaktı. Belki ağzımı da bozacaktım ilk defa bir yazımda.
Duymayacaktı, görmeyecekti Trump ama en azından benim gibi bu mektup karşısında öfkelenen vatandaşların (köşemi okuyacak), sesi olacaktım.
Hiç kimse okumasa bile tarihe not düşecektim, susmadım diyecektim, içimi rahatlatacaktım.
Ama iyi ki yazmamışım(!)
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bugün İstanbul Dolmabahçe Çalışma Ofisi’nde yabancı medya temsilcilerine yaptığı açıklamayı dinleyince, bu kanıya vardım…
Az kalsın Trump yüzünden başımı yakacakmışım(!)
Zamanı değilmiş çünkü bu yazının!
Öyle dedi Erdoğan…
“Sayın Trump’ın siyasi nezaketle bağdaşmayan mektubu medyada yer aldı. Bu doğru değil, ama bizim karşılıklı olan sevgi ve saygımız da bunu gündemde tutmaya müsaade etmiyor. Bunu öncelikli olarak görmüyoruz. Ancak yeri ve zamanı geldiğinde gerekeni yapacağımızın bilinmesini isterim. PYD, PKK, YPG ve DEAŞ gibi terör örgütlerine müsaade edilmesin. Türkiye olarak tüm çabamız işte bunu sağlamaktır” ifadelerini kullandı…
Bir yanda Rusya, müttefiki Suriye’deki Esad Rejimi ile birlikte hareket etmeye başladı, teröristlerle anlaşmaya vardı, bir yanda ABD, bu harekat üzerinden Türkiye’ye ekonomik yaptırımlardan söz etti…
Türkiye de teröristlerin bu bölgeden tüm mühimmatını bırakarak, kurduğu tuzakları imha ederek çekilmesi karşısında ABD ile anlaştı…
Erdoğan’ın mektupla ilgili yabancı gazetecilere yaptığı açıklama da bundan sonra geldi… Hakikaten zamansız olacakmış bu yazı!
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Trump ile olan karşılıklı sevgi ve saygısının olduğunu, aralarında o mektuba muhatap kılınacak bir samimiyet olduğunu bilmiyordum!
Az kalsın bu karşılıklı sevgi saygıyı görmeden, müttefikimiz olan ABD’ye “Eyyy Amerika” diyecek, Trump’u evirip çevirip tefe koyacaktım!
Neyse ki yazmamışım!
Ulan Trump, az kalsın başımı yakacaktın(!)
Neyse, Sayın Cumhurbaşkanımız yine “Eyy Amerika” ile başlayan cümleler kurarsa ileride, aklımda bulunsun, bu söylem değişmeden Trump’a bir yapıştırayım(!)
-------------
Bir imzalık CİNAYET!
Belki çok sevmişlerdi birbirlerini…
Birbirleri için canlarını verebilecek kadar aşıktılar belki…
Ömür boyu aynı yastığı paylaşmak için bir yola çıkmışlardı…
Evliliğe karar vermişler, gönül bağını resmi bağa döken nikahta imzayı atmışlardı.
Belli ki anlaşamadılar.
Belli ki şiddetli geçimsizlik baş gösterdi.
Belli ki bu süreçte ikisinden birinin sevgisi zedelendi, sona erdi.
Ve kaçınılmaz son gerçekleşti.
6 ay önce boşandılar…
Ve 6 ay sonra, eşinden boşanan kadın, 16 Ekim Çarşamba günü saat 10.30’da İZGAZ binasında, herkesin gözü önünde kafasına sıkılan bir kurşunla cinayete kurban gitti. Onu öldüren eş ise cezaevini boyladı…
***
36 yaşındaki Ayşe Acar, boşandığı ve muhtemelen tehditler aldığı için 1 hafta önce hakkında uzaklaştırma kararı verdirdiği eski eşi 44 yaşındaki Kerem Tuğral’ı, aboneliğin devri sırasında imzasının gerekli olması nedeniyle yanlarına çağırmak zorunda kaldı. Bir imza ile hayatını birleştirdiği, sonrasında ise boşandığı eski eşi, İZGAZ’a gelir gelmez silahını çıkardı ve Ayşe Acar’ın kafasına bir el ateş ederek onu yaşamdan kopardı.
Bir imza ile başlayan bu süreç, mecburi kılınan bir imza ile son buldu…
***
İZGAZ’daki görevlilerin, alınan uzaklaştırma kararından, genç kadının aldığı tehditlerden haberi var mıydı, buna rağmen Kerem Tuğral’ın da imzasına ihtiyaç duyulduğu mu belirtildi Ayşe Acar’a bilmiyoruz…
Böyle bir prosedür var ise oradaki görevlilerin de yapacak bir şeyi yoktu elbet.
Kaldı ki Ayşe Acar da eski eşinin gelmesini kabul etmek durumunda kalmıştı.
Ancak şu yapılamaz mıydı? Polise, böyle bir mecburiyetin olduğu bildirilip, koruma eşliğinde bu mecburi buluşma gerçekleştirilemez miydi? İmzalar atıldıktan sonra Ayşe Acar, polis nezaretinde ikametine götürülemez miydi?
Yapılabilirdi ancak kimse Kerem Tuğral’ın bu kadarını yapabileceğini muhtemelen kestiremedi. Sonuçta Ayşe Acar’ın yanında, Tuğral’ın kuzeni de vardı. Bir nevi kendi önlemlerini bu şekilde aldıklarını düşünmüşlerdi. Ama Tuğral, İZGAZ’a silahla girebildi, girdiği gibi de talihsiz kadını kafasına sıktığı tek kurşunla öldürdü.
İZGAZ personeli, içerideki diğer müşteriler ve Acar ile Tuğral’ın yakınları şoktaydı. Güvenlik görevlisi ile Kerem Tuğral’ın kuzeni anında müdahale etti, şahıs etkisiz hale getirildi, polise teslim edildi. Ancak iş işten çoktan geçmişti.
Bir kadın cinayeti daha, göz göre göre gelmiş, önlenememişti.
Polis incelemesini yaptı, delilleri topladı, Ayşe Acar’ın cenazesini olay yerinden kaldırdı… İZGAZ, bir gün kapalı kaldı ve bir gün sonra işleyişine kaldığı yerden devam etmeye başladı. İZGAZ personelinin gözünün önünden hiç gitmeyecek o üzücü görüntü ise psikolojilerine işlendi.
***
İZGAZ gibi pek çok kurumun, kimi zorunlu işlemlerde uzaklaştırma kararı verilmiş eşleri kapsayan durumlarda farklı bir prosedür işletmesi en azından benzer bir durumun bu tür kurumlarda yaşanmasını önleyecektir. Bu konularda bir değişiklik yapılması gerekli görünüyor. O zorunlu imza, bir cinayeti beraberinde getirdi çünkü…
O imza olmasa da belki başka bir yerde başka bir şekilde bu olay vuku bulacaktı. Çünkü, Kerem Tuğral, kafasına koymuştu, eski eşini öldürecekti ve ülkemizdeki önlem, sadece uzaklaştırma kararıyla sınırlıydı. Bir ömür boyu cezaevinde çürümeyi göze alan ya da kendi canına da kıymayı düşünen bir eski eşi, uzaklaştırma kararıyla durdurmak mümkün değildi… Bu zamana kadar da hiç olmadı.
Daha fazla düşünülmesi gerekiyor bu konunun üzerinde…
Psikolojik boyutun irdelenmesi gerekiyor…
Önleyici yaptırımların üzerinde çalışılması gerekiyor.
Toplumun da “Acaba ne yaptı?” gibi, cinayete gerekçe arayan saçma tutumundan vazgeçmesi gerekiyor…
***
Emine Bulut’u konuştuk bir süre…
Çünkü olayın yürek kanatan görüntüsü ortaya çıkmıştı.
Bir kadın, boğazı kesilmiş halde “Ölmek istemiyorum” diye bağırırken evladı, “Ne olur ölme anne” diye ağlıyordu.
Bir süre konuştuk ve o da unutuldu.
Ve sonrasında onlarca kadın cinayeti daha yaşandı…
Ayşe Acar mı?
O, Emine Bulut gibi konuşulmadı…
Ülke gündemine oturmadı.
İzmit’te 1-2 gün konuşuldu ve ortalık sonrasında duruldu…
Çünkü onun vurulma anının kamera kayıtları ortaya çıkmadı…
Başlı başına yürek burkan bu olayı, insanlara yaşatacak görüntüler sosyal medyaya yayılmadı. Bu nedenle de çok üzerinde durulmadı bir kadını hayattan koparan bu acı olayın… Ve şimdilik sustuk, yeni bir kadın cinayetine kadar…
***
“Umarım bir daha yaşamayız böyle olayları” diyerek geçiştirmeyeceğim…
Yine bir erkek, yine bir kadını katledecek.
Sonra toplum, “Kimse kimseyi durduk yerde öldürmez” gibi saçma, vicdansızca yorumlarda bulunacak.
Ve biz yine tepki göstereceğiz…
Sonra da susacağız, unutacağız…
Sonra bir kadın cinayeti daha yaşanacak ve tekrar başa saracağız…
İşte bu yüzden daha çok durulması gerekiyor bu konunun üzerinde.
Önleyebilmek adına bir şeyler yapılması gerekiyor.
Hem de bir gün bile beklemeden.
Acilen…