Saadet Sevinç Doğan

Saadet Sevinç Doğan

bay evdeyokum’un post-it’leri

Can Çocuk Yayınları’nın basımını üstlendiği, Christian Inaraja’nın resimlediği kitabın yazarı Tina Vallès. Türkçe’ye Emrah İnce çeviriyor. Çevirmek sanki bir örgüyü söküp yeniden örmek gibi bir şey. Niye buradan başladım derseniz, galiba kitaptan etkilendim. Evden çalışma deyince ve yoğun emekle, kelimelerle dünyasını kuranlar deyince aklıma önce onlar geliyor. Bir kelimenin bir ton anlamına bakıp, kendi diline en yakın anlam üzerinde durmak ve ona göre tercihte bulunmak, bir cümleyi 2 saniyede okumak gibi değil. Dakikalar ve bazen saatler harcanıyor o cümle için. Öylesine yoğun bir emek söz konusu ki; tam da bu yüzden hayatını kelimeler üzerinden kazananların hak ettikleri ilgi ve değeri görüp görmediklerini merak ediyorum. Ayrıca emeklerinin karşılığını alıyorlar mı onu da bilmiyorum. Tüm bunların yanında nasıl mucizevi bir iş yaptıklarına, sabırlarına ve çalışma disiplinlerine hayran olmamak elde değil. Düzeltmenler, editörler de benzer kategoride elbette. Aynı şeyi grafikerler için de söyleyebilirim. Renk, resim, sayfa, konu ile yoğrulan bir hayat. Birinde kelimeler tek öğe, diğeri biraz daha canlı ama yine de ekran veya kağıt/kalem karşısında harcanan onlarca saat. Kesinlikle kişilikle ilgili olduğunu düşünüyorum bazı işlerin. Yani öyle herkesin yapabileceği şeyler değil. Kitap belki de tüm bunları yeniden düşünmemi sağladı.

Evden çalışan ve bunu yaparken de bazen “normal” iletişim kanallarından vazgeçen bir düzeltmen var kitapta. Yeni taşındığı binada da meraklı bir kız çocuğu. Düzeltmen depresif olduğu için, içine kapalı olduğu dönemde, zaten evden çalıştığı için kendisini daha da yalıtmış durumda. Ama çocukların ısrarı, merakları, cana yakınlıkları bazı buzları eritebiliyor. Kitabımızdaki kahraman Cláudia bu yeni komşuyu ve yaptığı işi çok merak ediyor. Aralarında post-itlerle başlayan başka türlü bir diyalog oluşuyor ve okur olarak beni de içine çekiyor. Yeni ve aslında pek çok insanın bilmediği farklı türlü bir yaşama halini konu alıyor yazar. Pandemi nedeniyle evden çalışmanın, insanlardan uzak kalmanın ve yalıtılmış ortamda olmanın ne demek olduğunu deneyimledik ama örneğin ben evdeyken de ailemle birlikteydim. Yani kitaptaki düzeltmen gibi hem tek yaşayan, hem de işi gereği evden çalışan olmayı tam olarak bilemiyorum. Sadece anlayabildiğimi sandığım bir yaşam biçimi. Ama bu hayat, kahramanımız için bilmediği bir şey ve anlamaya çalıştığı her adımda bizi de peşinden sürüklüyor.

Kelimelerin içinde olan pek çok kişi gibi, gizemli komşu da küçük kızın yazım hatalarını düzeltiyor sürekli. Bu durum çok tanıdık geldi bana. Eminim kitabı okuyan başkaları da benzer şeyler bulacaklardır. Çocuk ve yetişkin dünyasının farklarını da görüyoruz ve yine başka türlü sohbetlerin mümkün olduğunu. Gizemli komşu, içinde olduğu ruh halinden biraz sıyrılınca yüz yüze de iletişime geçiyorlar. Çocuğun anne ve babasının tepkileri, gizemli komşunun mesleği ve yaşamı deneyimlediği şekli bakalım okur olarak sizlere nasıl gelecek. Belki pandemi öncesi olsaydı başka şeyler söyleyebilirdim ama artık çoğu firma evden çalışmayı teşvik eder hale geldi. Bu durum kendi içinde handikaplarını gösteriyor ve aynı zamanda kolaylığını da. İşte bu kitap klasik olanın dışına çıkmamızı sağlıyor ve bence oldukça güzel bir şeye sebep oluyor. Bilmediğimiz, deneyimlemediğimiz, hayal edemediğimizi önümüze sözcüklerle ve kurguyla sunuyor işte yazar. Orjinalliği buradan geliyor. Yaşamdan edindiklerini damıtıp çocuklara aktaranlara saygı duyuyorum ve yazar da onlardan birisi. Akıcı ve aynı zamanda sade dili ile oldukça keyifli bir okuma için oldukça güzel bir örnek duruyor karşımda.

Yazının Devamı

Hayatın Tüm Renkleri

Lisa Aisato, bizlere canımız sıkıldığında, daraldığımızda ya da azıcık yaşadığımız gerçeklikten çıkmak istediğimizde “iyi” gelecek bir kitap hazırlamış. Bu sefer bize, yani biz büyüklere. Evet evet, yaşsız kitaplardan elimdeki ve bir yetişkin olarak elimin altında olmasından mutlu olduğum ve ara ara resimlerine bakmaktan keyif aldığım bir kitap. Epsilon Yayınevi ne iyi yapmış da bu kitabın basımını üstlenmiş. Türkçe’ye Ebru Erbulak’ın çevirdiği kitap bir hayata sığabilecek pek çok şeyi sanatla buluşturup önümüze koyuyor.

Farklı zamanlarda elime alıp sayfalarına gömüldüğüm ve her defasında bir sayfasında takılı kaldığım Hayatın Tüm Renkleri kitabında yazar ve aynı zamanda çizer Lisa Aisato bizlere sadece iyi duyguyu değil, olumsuz duyguyu da hatırlatıyor. Tek yanlı değil, aksine kapsayıcı bir şekilde hayata dair çok sayıda durum ve örnekle duruyor karşımızda. Çoğumuzun döndüğü virajlar, hayal kırıklıkları, sevinçler, heyecanlar, umutlu anlar, kederli duruşlar var yani kitapta. Siz bazen içindeyken debelenirsiniz ya, bir anda sizi o halden çıkarıp seyirci kılıyor yaşadığınıza ama sadece bu değil. Sanki bunu yaparken bir şeyleri onarmanızı da kolaylaştırıyor. Sanat iyi geliyor yani gerçekliğin karşısında. Mesela her sayfaya uzun uzun bakarken siz farkında bile olmadan garip bir tebessüm sarıyor yüzünüzü.

Daha güzeli nedir biliyor musunuz; bir başkasına da iyi geleceğini düşünerek attığınız adımın size de iyi gelmesi. Örneğin bu satırları yazmadan evvel bir arkadaşıma bu kitabı önerdim ve sonrasında kitabı yine elime aldım. İşte o iyilik haliyle yazıyorum şimdi. Zor ve yorucu bir günün sonunda hem böylesi güzel bir kitabı biriyle paylaşıyor olmak, hem de ondan gelen duygu ile şu an yazıyor olmak iki kez katkı sunuyor yaşananları kolaylaştırmaya. Elbette hiç kimsenin elinde sihirli değnek yok, nihayetinde bir resimli kitaptan bahsediyorum. Ama diyorum ki duyguları tanımlamak ve kabul etmek güzel şey, kıymetli şey, iyi gelen bir şey. İşte bunu yapmamı sağlıyor Hayatın Tüm Renkleri. Yatmadan evvel yine sayfaları arasında gezineceğim ve “bir nefeslik ömür işte” diyeceğim sanırım yine. Sadece duygularımı yazıyorum kitaba dair ama başka türlüsünü de düşünemedim. Ruhuma dokunuyor çünkü, iyi geliyor ve paylaşmak istediğim de sadece bu. Umarım okuyacaklara da benzer etkilerde bulunur.

Yazının Devamı

Her Zaman Her Yerde Sev

İstedim ki yeni yıla girerken içimizi ısıtan, kalbimize dokunan ve yüzümüzde tebessüm oluşturan bir kitabı konu alayım. Tam da bu nedenle Her Zaman Her Yerde Sev kitabını seçtim. Daha önce çocuklarla okumuştuk ve evimizin en küçüğü kitapta söylenenlere eşlik etmek isteyince ara ara kalkıp öpücük kondurmuştu bize. Her sayfada ayrı bir şekilde sevgiyi nasıl göstereceğimizi anlatıyordu kitap ve evet oldukça basit şekilde anlatıyordu ama zaten zorlaştıran onca şey varken bence iyi gelen yanı da buydu. Sarah Massini’nin kaleminden çıkan bu resimli kitabı Türkçe’ye Ceren Ceylan çeviriyor ve Bilgi Çocuk basımını üstleniyor.

Bu satırları yolda yazıyorum. Çünkü tüm gün evde kendime ait zaman bulamadım. Yeni bir yıla girerken sevdiklerimizle olmayı istedik ve yola çıktık. İki çocukla hareket edince haliyle işleri yetiştirmek kolay olmadı. Ama şimdi güzel olan şey ise ben bu satırları yazarken arabanın arka tarafında Küçük Cadımın kardeşi Şakir’e kitabı yeniden okuması. Duymak bile tebessüm bırakıyor bende yalan değil. Özlemeyi sev, kaybetmeyi sev, gülümsemeyi sev, öpmeyi sev, gıdıklamayı sev vb diye devam ediyor okumaya. Nasıl güzel değil mi? Tam şu anda kitabın son kelimesini 4 yaşındaki Şakir söyledi, çünkü birkaç kez okuyunca ezberliyorlar kolayca. Yani yazmama yardımcı iki kişi var arkada. Kitapta hayatın tüm evrelerine tek cümle ile gönderme var. Kaybetmeyi sev diyor mesela yazar, çocuk okura. Oldukça anlamlı bir cümle ve belki de erken yaşlarda sadece kazanmaya odaklanan büyüklere de bir uyarı, tabi duymak isteyene.

Resimler öylesine güzel ki ara ara durup onlara bakabilirsiniz. Evet bazı simgeler, çizimler klasik ama olsun, klasikler bazen iyi gelir insana. Çocuk edebiyatının en güzel yanı da hayatı sade ve olduğunca yalın haliyle aktarması. Kocaman kocaman sözler yerine damıtılmış sözler ve resimler girer devreye ve hem hayal dünyamız, hem ruhumuz yenilenir. Özellikle resimli kitaplardaki o az ve öz anlatıma çok saygı duyuyorum. Yazan ve resimleyen aynı kişi olunca söz ve resim el ele ilerler ve hangisinin ne zaman diğerine sıra verdiğini bile fark etmeyiz. Sarah Massini de hem yazıp, hem resimlediği için bir kat daha şanslı kişilerden.

Yazının Devamı

Vınnn!..

Zaman kavramını bizlere çok güzel sorgulatan ve bunu çocuğun gözünden yapan bir kitap Vınnn!.. Rana Raschid yazıyor ve Serap Deliorman resimliyor. Marsık Kitap’ın yayınladığı kitapta küçük kız çocuğunun gözünden aile üyelerinin sürekli meşgul olma (!) hallerine ve zamanlarının olmamasına (!) tanık oluyoruz okur olarak. Tanık olmakla kalmıyor, bizler de kendi hayatlarımızı sorgular hale geliyoruz her sayfada.

Oldukça basit ama önemli bir konuya değiniyor yazar. Ailedeki hemen herkesin zamanının olmadığını vurgulaması ve bu ana kahramana oyun için eşlik etmemesi çok önemli aslında. Çocuğun hayatının en önemli olayıdır oyun çünkü. Onun üzerinden kurar her şeyi ve büyümesi en çok buna bağlıdır. Oysa küçük kız, bu konuda kalabalık bir ailede olmasına rağmen yalnız kalmaktadır. O da kendince komik ve pratik bir çözüm buluyor ve herkes gibi o da hayatın telaşında kayboluyor aniden. Neyse ki bu harale gürele yaşama bir salyangoz eşlik ediyor da, azıcık nefes alıyoruz.

Salyangoz hem varlığı, hem de cümleleri ile zaten ayrı bir karakter. Çok sevimli olması bir yana, hayatta her şeyin hızla olmayacağının en büyük kanıtı gibi. Bazı örnekler veriyor büyüklerinden öğrendiğini kendisine söyleyen küçük kıza. Bunlar arasında en çok çayın demlenmesi için zamana ihtiyaç olduğunu açıkladığı kısmı beğendim. Hani sahiden bazı şeyleri zorlasan da zamanı dolmadan olmaz ya, işte onlarda hızın hiçbir önemi yoktur ve bizi asla sonuca götürmez. Hayatta neyin önemli olduğunu, neyin zaman ayırmaya değer olduğunu bir kez daha düşündürmesi açısından sevdim kitabı. Elbette, Serap Deliorman’ın çizimleri de bu sevmede önemli bir etken. Kapağı bile çok şirin ve çok tanıdık bir diğer yanıyla. Düşündürdükleri üzerinden didaktik bir tavrı olduğunun düşünülmesini istemem. Zaten karakterler de öyle değil ama elbette yazarın bizlere verdiği ipuçları var ve belli ki bir gözlemi var biz büyüklerden çocuklara doğru eksik olan. Bu anlamda kendine dert ettiği konuyu kaleme alması ve o kalemin de güzel bir çizerle birleşmesi şans olmuş.

Yazının Devamı

Dansın Gücü

Thomas Docherty hem yazıyor, hem de resimliyor ve böylece ortaya şahane bir kitap çıkıyor. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’nın basımını üstlendiği kitabı Türkçe’ye Ali Berktay çeviriyor. Dansın Gücü, tam da her şeyden uzaklaşmak ve aslında her şeye daha iyi yaklaşmak için çok güzel bir kitap.

Porsuk ve su samurlarının hem farklılıklarına, hem de benzerliklerine yapılan vurgu ile başlıyor kitap. Kendi olmak ve öteki olmak üzerine bir okumada diyebiliriz. Her iki canlı türü diğeri üzerinden kuruyor aslında kendi varlığını. “Biz” ve “onlar” diye ayrımlaştırmalar bir anda diğer tarafı kendinden aşağı görmeye kadar varıyor. Yalnız iki tarafta da bunların dışında bir yolun, davranışın, yaşama ve düşünme biçiminin olduğunu düşünenler var. İşte onlar bu kitap özelinde Toni ve Maria. Farklılıkları görüp, orayı izleyen ve onunla zenginleşen iki karakter. Çok tatlılar ve resimler oldukça güzel. Hep söylüyorum ve yinelemek isterim ki; yazarı ve çizeri aynı olan resimli kitaplar sanki bir kat daha avantajlı bu yolculukta. Yazıdan sıkılınca resme, resimden sıkılınca da yazıya dönüyorlar ve aralarındaki bağ inanılmaz bir şey. Resimle de konuşuyorlar çoğu zaman ve bütünlük bozulmuyor. İşte Thomas Docherty de bu grupta yer alanlardan.

Sadece farklılıklar değil, başka türlü yaşamanın da kapısını aralayan bu güzel ikili hem dans yarışmasında birinciliği paylaşıyorlar, hem de kalıp yargıları yerle bir ediyorlar. Üstelik hiç de bunu doğrudan amaç edinmemişken. Onlar, sadece müziğin, sanatın, dansın ve duyguların sesine kulak veriyorlar. İşte o duygular yıllardır süren tüm ön yargıları silip süpürüyor ve ortaya izlemesi, okuması harika bir şey bırakıyor okur olarak bizlere.

Yazının Devamı

Bir Sevgi Masalı

Lori Haskins Houran’ın kalemi ve Sydney Hanson resimleriyle karşımızda olan Bir Sevgi Masalı’nı Türkçe’ye çeviren Nurten Hatırnaz. Beyaz Balina Yayınları’nın basımını üstlendiği kitap adı gibi sıcacık bir sevgi kitabı. Açıkçası bu kitabı çocuk edebiyatı açısından değerlendirmek dışında bir yazı bu. Çünkü galiba sevginin gücüne en çok ihtiyaç duyulan zamanlar ve sadece “okuyana iyi geldiği” için okunacaklardan. Daha fazlasını şimdilik düşünmeye gerek yok gibi.

Kitabı okurken ve resimleri izlerken oldukça güzel duygular eşlik etti bana. Özellikle küçük çocuğu olanlar çok net anlayabilir beni bu kitabı okurken. Salyası akan, huysuzken veya bir çocuğun göstereceği her özelliği gösteren olsalar da anne ve babaları onları sevmekten vazgeçmez. Ya da umarım bu duygudan yana çocuklar hep avantajlı olurlar. Sevgiyi sadece çocuğa indirgemiş olmayayım, hayatı paylaştığımız diğer canları da bu kapsama alıyorum. Örneğin evimizin Findus’u da kirletiyor evi ama onu sevmekten vazgeçmiyoruz. Yazarken aklıma o geldi. Çok sevimliyken, çok aksiyken, çok ürkmüş veya huysuzken, çok kötü kokuyorken veya şaşkınken de sevdiğiniz veya sizi seven birileri varsa hayat kesinlikle çok daha güzel. Galiba şimdi de içime Cedric kaçtı. O da sahiden çok güzel bir çizgi diziydi. Sevgi üzerine yazmak, çizmek ve konuşmak bence oldukça kıymetli. Ayrıca özellikle beraber yaşadığınız kişiler henüz çok küçükse bu duyguyu doyasıya yaşamaları, onların sağlıklı büyümeleri için çok elzem. Onun veya onların sevgiye doymaları tüm yaşamlarını daha huzurlu ve olumlu geçirmeleri için harika bir başlangıç. Koşullar ne olursa olsun sevilen çocukların hayata bir sıfır önde başladıklarına inananlardanım. Bu öylesine söylenen bir şey de değil, bazı bilimsel makaleler sevgisiz ve ilgisiz kalan bebeklerin hayatta kalma şanslarının zayıf olduğunu söylüyor. Ayrıca yine sevgisiz büyüyen insanlar eğer kendilerindeki bu eksi yönü fark edip onarmadılarsa, başkalarının da hayatına zarar verebiliyor ve maalesef bunun da bir ton örneği var. Yani aslında basit gibi görünen bir konu, toplumsal bir soruna dönüşebiliyor. Geçenlerde bir video izledim ve o videoda bir adam, hayatta çok zorlandığını ama eşini çok sevdiği için her zorluğa dayanmaya çalıştığını söylüyordu. Çok duygulandım adamı dinlerken. Aynı zamanda bu sevgiyi taşıma şeklinden dolayı çok da mutlu oldum. Yani sevdiklerimizin desteği, gücü, enerjisi ile yaşama daha da bağlanıyoruz. İşte belki bunun ilk aşamalarına dair bir kitap elimizdeki. Bu anlamda kıymetli ve özel. Yaşımız, cinsiyetimiz ne olursa olsun varlığı ile daha iyi olacağımız bir duyguyu konu alıyor. Ne de iyi bir şey yapıyor hem kitabı okuyanlar, hem de dinleyenler için.

Bize iyi gelenin, kitabı okuyacaklar için de iyi geleceğini umuyorum. Kitap üzerine yazmayı biraz da bu nedenle istedim. Sevginin bin bir türlü hali varken, hangi türlüsünü istiyorsanız onu yaşamanız dileğiyle. O zaman şiddetin azaldığı, empatinin arttığı, hoş görünün hakim olduğu bir ortam soluyabiliriz. Çoğaldıkça etrafındakileri de güzelliğe boğan bir duygu için yazılan bu keyifli kitabın da hem kurgusu, hem mizahi yanı, hem de resimleri çok sevimli.

Yazının Devamı

Düdüklü Tencere Orkestrası

Dilge Güney’in kaleminden bir kitap var karşımızda ve bende bıraktığı bir sürü çağrışım. Bilgi Yayınevi tarafından basımı yapılan ve resimlerini Efecan Sezer’in üstlendiği Düdüklü Tencere Orkestrası, aslında nasıl da her birimizin her an öteki ve sorunlu olacağı üzerine ince bir çizgi çiziyor. Elbette bu ötekileştirme ve suçu, sorunu birinde arama veya ona yükleme eğilimi insan denilen canlıda sıkça görülen ve yoğunlukla bir millete has olmayan bir şey. İlginçtir ki daha bugün farklı bir açıdan bu konu sohbetimizdeydi ve dünyanın farklı yerlerinde insanların nasıl da birini veya bir grubu dışladığı ve ötekileştirdiği, bunu yaparken bazılarının çok acımasızca, bazılarının da olabildiğince incelikli yollarla yaptığını konuştuk. Bu kitap için Romanlar ilk suçlu ilan edilecek kişilerken, bir başka noktada “beyaz yakalı” bir ailede büyüyen Işıl onun verdiği isimle Nar teyze ve ailesi tarafından suçlu ilan edilebiliyor. Yani aslında buna bir kez göz yumduğunuzda veya görmezden geldiğinizde, aynı şekilde siz de o olasılık içinde çok rahat yer alacağınızı unutmuş oluyorsunuz. Çünkü maalesef çoğu insan herhangi bir durum karşısında özeleştiri yerine karşısındakini suçlama eğilimindedir.

Düdüklü Tencere sadece ötekileştirme kavramı etrafında oluşan bir roman değil, buna eşlik eden pek çok konu var. Örneğin pek çok çocuk ve aile için “başarı” kavramının nasıl da saplantılı bir hal aldığı ve aslında bu kavramın içeriğinin sadece notlardan, madalyalardan, ödüllerden ibaret sayılmasının da yanlışlığını gösteriyor. Çocuğuyla nasıl iletişime geçeceğini bilemeyen koca koca insanlar ve onların katı kuralları ile büyümeye çalışırken çocuk olma hakkından mahrum kalanlar var aynı zamanda romanda. Ali onlardan bir tanesi. Çocuk olma hakkı pek çok açıdan elinden alınan ve yaşıtlarına göre erken büyümek zorunda kalan bir diğeri de Gelincik. Dışarıdan eğlenceli gelen ama aslında pek çok haktan mahrum kalan o çocukların hayatları ve hayatlarını geçirdikleri koşulları düşününce, mizah bir yetişkin okur olarak bende farklı duygulara bırakıyor yerini. Sürükleyici, çocuğun gözünden takip ettiğimiz olaylar elbette güldürüyor okur olarak beni ve yanımdaki dinleyicileri, sadece sonrasında bazı “keşke”ler eşlik ediyor bana olayın gerçekliğini düşündüğümde.

Üzerinde durmak istediğim bir başka konu ise aslında insan olarak birbirimizden pek de farklı olmadığımız ve bazı konularda maalesef değişimin oldukça yavaş olması. Mesela anneanne karakteri üzerinden kalıp yargıları ve söyleme sinen olumsuz duyguları görüyoruz. Eminim pek çoğumuz kendi ailemizde de benzer deneyimler yaşamışızdır. Zaten dilden dile, kültürden kültüre yerleşeni değiştirmek en zor olanı ya, işte yazar tam da o noktaya değiniyor. Yine, Işıl’ın anne ve babası ile o kalıp yargıları yıkıyor ve olayın nefes almamızı sağlayan kısmını oluşturuyor. Çocukların kendi hallerine bırakıldığında nasıl ayrı bir dilleri olduğunu ve o dilin nasıl da güzel olduğunu da gösteriyor yazar. Çocuk dünyasına yakın olanların ve içlerindeki çocuğun sesine kulak kabartanların artması dileğim kadar, bunu Dilge Güney gibi yazıya aktaranların da çoğalmasını diliyorum.

Yazının Devamı

Anımsıyorum... Önemli şeyler asla unutulmaz

Alzheimer hastalığı üzerine yazılan birkaç tane kitap okudum daha önce. Bazıları oldukça iyiydi ve konuyu çok güzel ele alıyordu ama bazıları sadece konunun çocuk edebiyatında popüler olmasının peşine düşmüştü ve bu her satırda hissediliyordu. “Anımsıyorum-Önemli şeyler asla unutulmaz” kitabı oldukça duygusal, şefkat dolu ve tüm yönleriyle beğendiğim bir kitap oldu. Bilgi Çocuk Yayınları tarafından basılan kitabın yazarı Jeanne Willis ve resimleyeni Raquel Catalina. Türkçe’ye Ceren Ceylan tarafından çevriliyor kitap.

Büyükanne ile torun arasındaki o inanılmaz bağdan yola çıkıyor yazar. Sadece beş yaşında olan torun, her gün büyükannenin yanına geliyor ve beraber zaman geçiriyorlar. Elbette büyükanne pek çok şey gibi torununu da unutuyor. Çocuğun uzattığı şefkat eli sanki okur olarak beni de sarıp sarmalıyor. Montunun düğmelerini ilikleyemeyen büyükanneye öylesine usulca yardıma geliyor ki her cümlesine hayran kalıyorum. Yine büyükannenin uzak geçmişi anımsaması ama yakın geçmişi anımsamaması üzerine çocuğun “Bence sıkıcı bir iş olduğundan unutmuşsundur” demesi çok güzeldi. Büyükannenin üzülmemesi için elinden geleni yapan, kocaman kalbiyle beş yaşında bir çocuk var karşımızda. Onu dışarı götüren, orada panikleyince hemen rahatlatıp evine geri getiren, bir bisküviyi onunla paylaşan ve onunla sohbet eden bir çocuk. Büyükannesine kendisini anımsatan ama tekrar unuttuğunda bunu sorun etmeyen bir çocuk aynı zamanda.

En etkilendiğim sahnelerden birisi de büyükanne ile torunun dans etmeleri ve müzik olmamasına rağmen büyükannenin çocuğa bebekken söylediği ninniyi söylemesi, daha doğrusu bunu anımsaması. Son sahneler oldukça duygusaldı, gerçi tüm kitap aynı duygusallıkta ilerledi benim için. Büyükanne ile torun arasındaki sevgi ve bağ çok güzel aktarılmış ve bu duygunun unutulmayacağı anımsatılıyor okur olarak hepimize. Çocuk da bunu biliyor ve bu bilginin rahatlığını yaşıyor. Resimler de metin kadar etkileyici. Duyguları çok güzel aktarıyor resimler. Tam bir resimli kitap; yani söz ve resim usulca yer değiştiriyor ve birbirini tamamlıyor. Emeği geçen herkesi tebrik ediyorum. Hastalığı, süreci ama her şeyden önemlisi sevginin nasıl güçlü bir duygu olduğunu gösterdiği için çok değerli bir kitap.

Yazının Devamı

Tombul Tavuk

Kitabı neden sevdim diye tekrar düşündün şimdi üzerine yazmaya başlarken. Çok naif ve çok anaç bir tavuk var kitapta ama bundan başka türlü bir yanı çekti beni okumaya. Bir cümle geçiyor ve o cümle çok fazla şey anlatıyordu. O cümleyi kuran da tüm terk edilmişler için çabalayan biri ve hepsini kucaklayacak kadar kalbi büyük. Evet evet tombul tavuk o. Nasıl telaşlı, nasıl güzel ve nasıl şefkatli. Gülerken bir taraftan saygı duyuyorum kendisine. Çünkü biliyorum böyleleri var hayatta ve dünya en çok onların hatrına dönüyor. Emma Levey’in yazıp resimlediği kitabı Türkçe’ye Sima Özkan çeviriyor ve Beta Kids basımını üstleniyor.

Mizahı oldukça güzel bir şekilde kullanan yazar, hem resimlerle, hem de sözcükleriyle bağlıyor okuru kendine. Civcivleri olsun isteyen tombul bir tavuk için, istediği olmayınca, “Tüm terk edilmiş yumurtaları bulmak için, uzun bir yolculuğa çıkacaktı” diyor yazar. Hal böyle olunca da bizim doğal anaç tavuğumuz olmadık yerlerdeki tüm yumurtaları topluyor ve bunun için neredeyse tüm dünyayı dolaşıyor. Öylesine komik bir telaş içinde ki, resimlere bakarken gülüyoruz ara ara. Sonunda o tüm terk edilmiş yumurtalar için beklemeye koyuluyor ve sonrasında da kocaman bir ailesi oluyor.

Bir yanıyla şefkat ve koruma duygusu, diğer yanıyla da tüm farklılıklara rağmen bir arada yaşama kültürü üzerine düşünmüş yazar belli ki. Birbirinden farklı onlarca yumurtadan çıkan farklı canlılar aynı aileyi nasıl oluştururdu yoksa? Timsahtan, yılanlara, kuşlardan penguenlere dünyanın tüm terk edilmişlerinden kendisine bir aile kuran tombul tavuk güldürdüğü kadar düşündürdü de. Birkaç gündür zihnimde bu geziyor. Hani böyle kimsenin önemsemediği ve hayata bir eksi ile başlayanlar var ya, bir de onlar için çabalayan pelerinsiz kahramanlar. İşte onlar çok saygı duyulası, tıpkı tombul tavuk gibi. Belki de tüm ayrımlaştırmaların, ötekileştirmelerin karşısında bir tavır takındığı için sevdim bu kitabı. Ayrıca tüm ütopik yanına rağmen bir hayali gerçekleştiriyor ve kitapla da olsa o farklılıklarına rağmen birarada yaşama kültürünü canlı kılıyor. Çocuk olma paydasında birleştiriyor hepsini ve bu da hepsini eşit hale getiriyor. Resimleriyle çok şey anlatıyor yazar. Çağrışımlarıyla da çok fazla şeyi konuşmak için aralık sunuyor okuyan olarak bizlere. Güzel, keyifli, mizah yanı güçlü bir okuma için harika bir fırsat diye düşündüm bu kitabı. Ayrıca yazarı ve çizeri aynı olan kitapları hep bir kat daha şanslı sayarım, bu da onlardan birisi. Okul öncesinde veya resimli kitapları seven herkesle çok rahat okunabilecek kitaplardan ayrıca. Son olarak hayattaki tüm olumsuzlukların yanında iyi ki çocuk edebiyatı var ve bu alanın her çocuğun hayatında olmasının da bir hak olduğunu düşünüyorum demek istedim.

Yazının Devamı

Bir Fikirle Ne Yaparsın?

Yazarı kendisini gezegendeki en şanslı insanı hissediyormuş bu kitabın. Çocukları, eşi ve sevdiği işiyle meşgul bir yazar var karşımızda. Arka kısımda yazarla ilgili bu bilgi yer alıyor. Hal böyle olunca da özene bezene yazdığı bir kitap oluyor elimizdeki. Çünkü severek, isteyerek ve zevk alarak yazıyor. Okuyucu olarak ben de severek okudum “Bir Fikirle Ne Yaparsın?”ı. Şimdi yazmak için bilgisayarımı alınca da, yine aynı şey geçti zihnimden; o da şu, bence çocuk edebiyatı en çok büyüklere iyi gelen bir şey. Mae Besom’un resimlediği kitabın sayfalarında ilerlerken küçük ve özlü sözlerle, resimle ne çok şey anlatıldığı gördüm bir kez daha. Sanat ne güzel şey diye geçti içimden elbette. Nar Çocuk bu kitabı Tuna Alemdar’ın çevirisi ile yayınlıyor.

Bir küçük çocuk bir gün bir fikir sahibi oluyor ve o fikriyle ne yapacağını bilemiyor. Etrafındakilerin meraklı ve eleştirel bakışlarına nasıl tepki vereceğini kestiremiyor. Ama fikrine sahip çıkıp onunla ilgilendikçe o fikir daha da gelişiyor ve geliştiriyor çocuğu. Böylece renkler devreye giriyor ve hayatın her alanını saran bir güzellik yayılıyor sayfalardan. Çocuğun yeni ve farklı olan fikrine dair etrafındakilerin tepkisi çok tanıdık ve bir o kadar rahatsız edici. Alışılagelenin dışındaki her şeye tepkisel bir bakış olmaz mı zaten? Çocuğun inancı ve isteği ile fikir yaşam buluyor ve her geçen gün büyüyüp gelişiyor. Bu olurken çocuğun da hayatı değişiyor. Değişim aslında zor ve sancılı bir süreçtir. Çocuklar daha kolay uyum sağlıyor ama genelde değişime. İşte tam da bu nedenle merakları, ilgileri hep taze ve biz büyüklerden daha eğlenceli. Bu özellikler neden büyüdükçe azalıyor diye durup düşünmek lazım aslında.

Kitapta bir yerde; “O çevremdeyken kendimi daha iyi hissettiğimi ve daha mutlu olduğumu itiraf etmeliyim” diyor küçük çocuk. Yine etrafındaki büyüklerin “Onunla uğraşman zaman kaybı ve o asla bir şey olmayacak” demeleri takıldı aklıma. Bu sözler sizlerin de hayatınızda duyduğunuz sözlerdendir. Yeni bir şey düşündüğünüzde, başka türlü hayal ettiğinizde veya herhangi bir özelliğinizle farklı olduğunuzda sizler de benzer şeyler duymuşsunuzdur. İşte galiba kitabın bir yetişkin okur olarak en büyük katkısı kendinize olan inancınızı pekiştirmesi ve sahip olduğunuz şey her ne ise ve size iyi geliyorsa onu korumak için bu kitaptaki çocuk kadar kararlı olmanızı salık vermesi. Resimleri de dönüp yazı olmadan tekrar incelemek ayrı bir keyif. Çünkü çizerek anlatanları da çok seviyorum.

Yazının Devamı

Ağlamak Yağmur Gibidir

Duyguları konuşmanın, konuşabilmenin kıymetli olduğunu düşünüyorum. Farkında olmayı ve bu farkındalıkla duygularımıza sahip çıkmayı da öğreniyoruz bence. İşte tam da bu nedenle İlksatır Yayınevi’nden çıkan Ağlamak Yağmur Gibidir kitabını beğendim. Ağlamanın küçümsendiği ve hatta cinsiyet ayrımcılığı nedeniyle ağlamasına izin verilmeyen erkeklerin yoğunlukta olduğu bir toplumda olduğumuz düşünüldüğünde; kitap bir kat daha anlamlı hale geldi benim için. Gözyaşlarını akıtamayanların, içine akan yaşlarıyla dolan bedenleri farklı şekillerde o hüznü taşıyor bence. Heather Hawk Feinberg yazıyor ve Chamisa Kellogg resimliyor; Türkçe’ye de Özlem Tutar çeviriyor bize duygularımızın farkında olmamızı salık veren kitabı.

Duyguları mevsimlere benzeten yazar, onların kalıcı olmadığına vurgu yapıyor. Duygu durumlarımızdaki değişimleri oldukça güzel örneklerle anlatıyor aynı zamanda. Yağmura benzettiği gözyaşlarını doğa üzerinden aktaran sözcükler kadar, resimler de güzel ve etkileyici. Bedenimizde yaşadığımız değişimleri ve duyguların bıraktığı izleri doğa olayları üzerinden anlatan yazar ve çizer oldukça keyifli bir okuma ve düşünmeye kapı açıyor. Yine dökülen gözyaşları gibi yağmur sonrasına da dikkat çekiyorlar ve o rahatlama duygusunu veriyorlar.

Okurken ve resimleri izlerken tıpkı yağmur sonrasında yaşananların, yani toprak kokusu ve havadaki gerilimin yok olması gibi, insan bedeninde neye denk düştüğünü düşündüm. Bence hem minik dinleyicilere ve okurlara, hem de yetişkin okurlara hitap eden kitap elimdeki. Farkında olmamızı sağladığı şeyler için de kıymetli aynı zamanda. Kitabın sayfalarında gezerken kendimi ve ağlama ile sonrasını düşündüm. Sahiden arınma, rahatlama ve yaşanan her ne ise o olay ve durumdan dolayı oluşan ağırlıktan bir parça kurtulup hafifleme duygusu yaşadığımı hatırladım. Sonra çok ama çok mutlu olduğumuz zamanlarda da aniden ağlama halinde olduğumuz durumlar geldi gözümün önüne. Kitapta bu sorgulamayı da açıyor zaten satır aralarında. Ağlamak ile gülmenin kardeş olduğu fikri geldi şimdi yazarken. Duyguların kültürden kültüre ifade şekilleri farklı olsa da insana has olanın yazıya ve resme dökülmesi, dahası bunu çocuk edebiyatı ile evrensel bir dile çevirmeleri çok önemli bence. Yine de gözyaşlarımızın daha çok sevinçle akması dileğim saklı içimde. Bence okumak, okurken düşünmek ve sonrasında bu konuyu yanınızdakilerle (çocuk edebiyatı özelinde, yanınızdaki minik dinleyiciler ile) konuşabilmek onlara ve duygularına değer vermenin de bir yoludur.

Yazının Devamı

Bir Balina Bir Bavula Nasıl Sığar

Dramatize etmeden, ajitasyona girmeden, kısacık kelimelerle ama kocaman anlamlara sebep olan ve göç konusunu ele alan bir kitap elimdeki. Bir çocuğun gözünden anlatılan ve sadece bavula sığacaklar üzerine başlayan satırlar bizlere çok şey düşündürüyor okur olarak. Raul Nieto Guridi hem yazıyor, hem de resimliyor kitabı. Bu da sözün resme, resmin de söze yer vermesi demek ve ikisini yapan da aynı kişi olduğu için kesintisiz bir okuma demek aynı zamanda. Ketebe Yayınları tarafından basımı yapılan kitabı Türkçe’ye Beyza Fırat çeviriyor.

Tek bildiği gitmesi gerektiği olan bir çocuğun anlatımıyla başlıyor her şey. Evet; neden olduğu, buna neyin sebep olduğu, ailesini, evini, arkadaşlarını, yaşadığı yeri neden terk etmesi gerektiğini o da bilmiyor. Bunların hiçbirinde hiçbir payı olmayan çocukların ödediği bir bedel zorunlu göç sahiden. Yola giderken yanına neler alır insan? Nasıl kurar hayallerini? O hayallere eşlik edecek ne vardır çantasında, bavulunda mesela? O şey veya şeyler her ne ise ne kadar taşır hasretini duyduğu şeyleri yanında? İnsanın düşünürken de üzüldüğü şeyler bunlar. Kahramanımız da bir balinayı sığdırmaya çalışıyor bavuluna. Engin denizlerde, büyük okyanuslarda yüzen o kocaman canlıyı bavuluna nasıl sığdıracak şimdi? Göç ile ilgili maalesef yakın tarihimiz oldukça dramatik sahnelerle dolu. Hatta her gün yenileri ekleniyor. Bir yandan uzayın derinliklerinde yeni keşifler yaşanıyor ama diğer yanda insanlık hala savaşlar içinde ve hala birarada yaşamayı beceremiyor. Hala yanlış politikaların sonucunu en çok çocuklar ödüyor. İşte öyle garip dönemler, garip ve üzücü zamanlar akıyor önümüzden. Bir Balina Bir Bavula Nasıl Sığar tam da bu söylediklerimi özetler nitelikte. Nereye gideceklerini bilemeyen bir sürü insanla birlikte olan küçük çocuk bavuluna bir balinayı sığdırıp yola düşüyor.

Çocuk edebiyatının çok güçlü ve insanı çok etkileyen bir yanı var. Hiçbir zaman sadece çocuklar için yazıldığını düşünmedim. Hedef kitlesi onlar olsa da yetişkinlerin de bu alandan büyük keyif aldığını biliyorum. Az söz ile çok şey anlatma sanatı ve o sanata resim ekleniyor, kalemler ve renkler eşlik ediyor. Bazen tek bir kare, bazen de tek bir sözcük yakalıyor sizdeki duyguları. O anda düğüm açılıyor sanki. İşte böylesi kitaplardan birisi elimdeki. İyi ki yazmış ve resimlemiş Guridi, iyi ki Türkçe’ye çevrilmiş dediklerimden. Sevdiklerimizle birlikte ve sevdiğimiz mekanlarda geçireceğimiz umut dolu, güzel yıllarımız olsun hepimizin ve en çok da çocuklarımızın yaşama sıkıca bağlanacakları anıları biriksin bu hayatta.

Yazının Devamı

“On minicik şey”

İki kardeş gayet konforlu ve aynı zamanda hızlı olan araçlarıyla her gün okullarına gidiyorlar. Bir gün araçları bozuluyor ve okula yürümek zorunda kalıyorlar. İşte olaylar da bundan sonra başlıyor. Nar Çocuk Yayınları basımını yapıyor ve Meg McKinlay da kaleme alıyor. Resimleyeni ise Kyle Hughes-Odgers. Türkçe’ye çeviren yazmıyor kitapta ve internet aramasında da göremedim. Bunu belki yeni baskıya girerlerken eklemeyi unutmazlar.

Hayatın hızla akması, yaşam mücadelesi derken çoğu şeyi yaşayamıyor ve sadece yaşamış gibi kalıyoruz. İşte elimdeki kitap tam da bunu anımsattı bana. Bir çiçeğin büyümesini izlemeyi bilemiyoruz mesela. Sabretmeyi de aynı zamanda. Çok fazla şey akıp gidiyor hayatımızdan ve biz ekran karşısında izler gibi bakıyoruz sadece. Bakmak, anlamayı ve hissetmeyi sağlamıyor çoğu zaman oysa ki. Bu kitap tam da kısacık sözcükleri ve bol resimleriyle işte böyle kocaman çağrışımlarla bıraktı beni yetişkin bir okur olarak. Kızımı anaokuluna bırakırken her gün yürürdük okula ve eğer çok geç kalmadıysak veya çok fazla yağmurlu değilse bu şekilde giderdik. Bu yol boyunca epey sohbet eder, etrafı izler, karınca yuvalarına bakar, salyangozları inceler, gökyüzünü izlerdik. Ayrıca şarkılar söyler ve bazen de dans ederdik. O anlarda bizi görenlerin ne düşündüğünü bilemiyorum şimdi buradan bakınca. Güzel zamanlardı sahiden. Yürümenin en iyi rehabilite edici eylem olduğunu söyleyebilirim. Durmak, bakmak, incelemek, anlamak üzerine kurulu bir eylem aynı zamanda. Tomurcuğu görebilir, çiçek açan ağacın önünde durabilir veya resim çekilebilirsiniz. Sonra o ağacın meyvesini bile tadabilirsiniz. Çok fazla şey yapmaya izin verir yürümek. Oysa tıpkı bu kitaptaki çocukların yaşadıkları öyle mi? Her gün hızlı ve konforlu araçlarında okula giderken önlerinden sadece görüntüler hızla akıp gidiyor ve onlar o yol boyunca neler olduğunu göremiyorlar bile. Aracın bozulduğu gün, çocuklar okula yürümek zorunda kalınca “on minicik şey” görüyorlar. Renkleri fark ediyorlar, merak ediyorlar ve hem yorulup, hem de keyif alıyorlar bu yoldan. Sonrasında araçları tamir edildiğinde de ona binmek yerine yürümeyi tercih ediyorlar. Çok güzel bir detayı paylaşıyor yazar bizimle. Gizli bir sır verir gibi.

Elbette gündelik hayatın telaşında belki okullarımıza, iş yerlerimize yürüyemeyiz. Mesafe uzun olabilir ve yürümeye elverişli değildir belki de. Tüm bunların dışında yine de gün içinde kısacık da olsa bir zamanı yürümeye ayırmak, kendimize dönmeyi de sağlayacaktır. Etrafımıza bakmayı ve bakarken görmeyi sağlayacaktır. Yenilenip, tekrar meşguliyetlerimize dönmemizi de sağlar bence o kısa zaman dilimi. Pek çok açıdan kitabı çok beğendim. Kapılarının önünden özel araçlarıyla alınıp okul girişine bırakılan ve sonra yine okuldan alınıp evin önüne bırakılan özellikle büyük şehir çocuklarının da kitabı anlaması umuduyla diye yazmak istedim ben de. Beton yığınlarının arasında nefes almaya ve yaşamaya çabalarken bu kitap ışık olabilir hepimize.

Yazının Devamı

Hediye Tohum

Gilles Abier’in kaleminden mizah dolu, okurken kıkır kıkır güleceğiniz bir kitap var elimde. Türkçe’ye Elif Aksu Kaya çeviriyor ve resimleyen de Çağla Yiğit. Hediye Tohum’daki ana karakter olan İgor doğum günü için oldukça heyecanlı birisi ama dedesi bu heyecana ortak olunca işin rengi değişiyor.

İgor aslında tüketim kültürünün içinden bir çocuk. Belki de okuyan herkes için maalesef artık “sıradan”laşan davranışlar ve cümleler geliyor ondan. Ancak bireyselliğin artık bencilliğe dönüştüğü bu karakterde etrafındakiler de zarar görmeye başlıyor. İşte tam bu noktada dede devreye giriyor. İgor’un sabırsızlıkla beklediği hediyelerin hepsini toplayıp kendi evine taşıyor ve geride ona sadece bir tohum bırakıyor. Bu tohumun büyüyüp meyve verdiğinde hediyelerini geri getireceğini söylüyor. Hayal edin İgor’un öfkesini ve hayallerinin nasıl yıkıldığını. Toprakla ilgili olanların bileceği gibi, rutinde yürütülmesi gereken işler vardır ve bunları aksatmak elinizde büyüyen canlıya zarar verir. İşte zamane çocuklarının beklemek, sabretmek konularındaki sıkıntıları bu kitapla sanki gün yüzüne çıkıyor. İgor haliyle bu tohumun bir bitkiye dönüşme ve sonrasında meyve verecek hale gelmesini beklemek istemiyor. Ancak karşısında oldukça kararlı bir dede var ve geri adım atacak gibi de durmuyor.

Böylece macera başlıyor. İgor elindeki ata yadigari tohumun bakımı üstlenirken yavaş yavaş değişip dönüşmeye başlıyor. Elbette bu süreçte küçük kız kardeşinin de etkisi oldukça fazla. Çabalamak, emek sarfetmek, karşılıksız bir şeyler yapmak İgor için yeni deneyimlenen şeyler arasında yer alıyor. Böylece günden güne tohumun bitkiye dönüşmesi ve en sonunda meyve verdiği ana ulaşıyor ana karakter. Tam da aynı gün dede eve geri geliyor ve hediyelerini veriyor İgor’a ama İgor bu bitkiden ayrılmak istemiyor. Böyle yazdığım gibi birkaç cümle ile değil de bolca heyecanlı olay ve kahkaha eşlik ediyor okumamıza. İgor’un öfkesi, patlamaları, heyecanı, kızgınlığı satırlardan yanımdaki dinleyicilere bulaşıyor. Öylesine içine alan bir kitap yani. Kitabın arka kapağına da bu dinleyicileri de benzer sürece dahil eden tohumlar eklenmiş. Evde bir şamata koptu haliyle. İçinde; domates, biber, kavun, karpuz, kabak ve roka tohumları var ve hepsi de yerli, ata tohumları. Küçük Cadı heyecanla babasına koştu, malum bizde toprağa daha yakın olan o. Ben sevme kısmında daha aktif rol alıyorum galiba. Neyse mesele bu değil, mesele vakti geldiğinde o tohumların toprakla bütünleşeceği ve benzer sürecin bizim evde de yaşanacak olması. Bakalım İgor gibi; bizimkiler de mutlu sona ulaşabilecek mi? Ben de meraktayım. Çağrışımları, aktarmak istediği ve sürükleyiciliği ile size ve yanınızdaki dinleyicilere iyi gelecek kitaplardan Hediye Tohum. Bir de yaşı kaç olursa olsun; bence bir kitabın sayfalarında beraber gezinmek oldukça güzel bir şey, hele hele kahkahalarınız benzer yerlerde yükseliyorsa hayattaki mutlu anları yaşıyorsunuz demektir. Beraber okumanın bana artısı bu oluyor işte. Uyurgezer Kitap’a bu güzel hediyeleri için teşekkürler, hem kitabın basımını üstlendikleri, hem de hediye tohumları için.

Yazının Devamı

Bayan Kaz ve Çikolatalı Pasta

Lucia Salemi’nin kaleminden çıkan ve Tülin Sadıkoğlu’nun Türkçe’ye çevirdiği Bayan Kaz ve Çikolatalı Pasta kitabı oldukça keyifli bir okuma. İlk okuma kitapları arasında yer alan kitaptaki Kaz güzel bir pasta yapıyor ama pasta aniden ortadan kayboluyor. Böylece macera başlıyor, yerde bulunan ayak izlerini takip ile başlıyor kitaptaki keyifli yolculuk. Pastadan izlerin peşine düşen Kaz, etrafındaki herkesi sorguya çekiyor.

Yorulan, arkadaşlarını pastasını almakla suçladığı için üzülen Kaz bir türlü doğru cevaba ulaşamıyor. Okur olarak biz de, onun peşinden gidip, Kurba adındaki kurbağa, Paskal adındaki domuz, Kanca adındaki zürafa, Dante adındaki fil, Beo adındaki fare, Mirpi adındaki kirpiyi ve onların ayak izlerini takip ediyoruz. Ama tahmin edileceği gibi bunlardan hiçbiri pastayı alan değil. Kaz, hem nazikçe soruyor, hem de sorduğu herkesi akşama evinde vereceği partiye davet ediyor. Acaba bu parti kimin için düzenleniyor diye sonuna kadar merakla takip ediyoruz kitabı.

Nihayet pastayı alıp yiyen ve yerde ayak izleri bırakan kişiyi buluyor Kaz ve onu akşamki parti için kendisine yardım etmek için çekiyor yanına. Misket adındaki kedi tüm pastayı yediği için suçlu kişi ve yardım konusunda elinden geleni yapıyor; böylece ortaya eskisinden daha güzel bir pasta çıkıyor. Kitabın sonunda anlıyoruz ki parti aslında Misket’in doğum günü içinmiş ve Kaz onu düşünerek ilk pastayı yapmış. Herkes yaramaz Misket’i hem tebrik ediyor, hem de kulağını çekiyor. Eğlenceli, komik ve resimleriyle birlikte keyifli bir yolculuk Bayan Kaz ve Çikolatalı Pasta; ayrıca iştah kabartıcı diye de itiraf etmeliyim. Tam bir Pazar gününe, çay veya kahvenin yanına gidecek bir pasta var çünkü finalde. Benden söylemesi.

Yazının Devamı

Sarılalım mı?

Sarılmanın insana iyi geldiğine dair pek çok açıklama var. Çocuklar için ebeveynlerinden ve sevdiklerinden gelen olumlu sarılmalar da onlar için gereklidir diyor çocukla ilgili çalışanlar. Bugünkü yazıya konu olan kitabımız da küçük bir kaktüsün sarılmayı istemesinden kaynaklanıyor. Çok sevimli, küçük bir kaktüs olan Ponçik sevildiğini hissetmek istiyor sadece. Taze Kitap basımı üslenmiş ve Simona Ciraolo yazmış. Türkçe’ye çeviren de Zeynep Sevde.

Her açıdan iyi bir aileye doğduğunu düşünen kahramanımızın ihtiyacı olan şey birinin ona sarılması, kucaklaması ama bunu aile bireyleri pek sevmiyor. İlişkilerini daha mesafeli yaşamayı tercih ediyorlar ve Ponçik de bu durumdan rahatsız. Okuduğumuz her kitap bizde farklı çağrışımlara sebep olur ve alımlama denilen şey de aslında böyle bir şeydir. Ortaya konulan şeye verdiğimiz tepkilerin toplamıdır işte. Ben okurken çocuklarına mesafeli davranan babalar geldi aklıma. Neden baba diyorum; çünkü bu toplumda bir dönem babaların çocuklarına mesafeli olmaları bir otorite aracı gibi algılanmıştı. Hatta annelerin de. Bir çeşit disiplin ve yüzgöz olmama hali gibiydi. Garip bir algı ile, sevilen çocuğun şımaracağı ve kural tanımayacağı söyleniyordu. Hatta bazı çocuk kitaplarında da ebeveynlerinin kendilerini sevdiğini anlamaları bekleniyor çocuklardan. Oysa bence, çocuk bunu anlamak için çabalamak yerine, o sevgiyi doyasıya yaşayabilmeli. Yani bir eşya veya davranış üzerinden değil de, gerektiğinde o sevgiyi bir sarılmayla da hissedebilmeli. Son dönem ebeveynlerinde sanırım durum değişti biraz daha ve çocuklarıyla ilgilenen büyükler sevgilerini sözcüklerle, davranışlarıyla, öpücüklerle ve sarılmalarla gösterebiliyor. Elbette tüm bu söylediklerimde olumlu olan tarafıyla konuyu ele alıyorum, yani çocuk istemediği halde onu sevmeye çalışmaktan bahsetmiyorum, tutup zorla öpmeye çalışmaktan da bahsetmiyorum. Sadece, tıpkı bu kitapta bahsedildiği gibi bir ihtiyaç ve büyümede gerekli olduğu kısmıyla bahsediyorum. Ponçik sevildiğini hissedebilmek için bu sarılmaya ihtiyaç duyuyor ve bunu ailesinde göremediği için dışarıda arıyor. Hadi bakalım geldi mi size de çağrışımlar. Ponçik için hoş olmayan anılar kalıyor geriye. Bir balona sarılan Ponçik dikenlerinin balona batması ve balonun patlamasıyla suçlu ilan ediliyor ve herkes tarafından dışlanıyor. Bir sayfada “Ve bu haldeyken bile ailesinden kimse onu kucaklamıyordu. Biri sarılsaydı kendini çok iyi hissedecekti halbuki” cümleleri geliyor. Ben bu satırları yazarken parkta oynayan Şakir’in (bizim evin 3,5 yaşındaki ufaklığı) yanına gidip ona sarılmış mıyımdır sizce? Evet evet kesinlikle yaptım ve sanki elimdeki kitabın kahramanına sarılmışım gibi hissettim. Neyse kitaba geri dönecek olursak, resimler oldukça iyi ve anlatımı destekler tarzda. Zaten resimli kitaplarda resim, metinden daha çok şey anlatır bence ve daha etkilidir izleyicide, dinleyici de.

Kitabımızdaki ana karakter Ponçik’in başına gelenler, onun yalnızlığı ve bocalaması sonrasında kendisiyle benzer ihtiyaçta olan birini bulması ile tatlı bir son bekliyor okur olarak bizleri. Ayrıca yine biz büyüklere çocuk dünyasını daha fazla anlama niyeti bırakıyor. Belki de son olarak sevdiklerimize, değer verdiklerimize sarılmanın ağrıları azalttığı, mutluluğu arttırdığı da ortadayken, fiziksel olarak olamasa da bir şekilde onlara sevgimizi hissettirebilmemiz için çağrı yapıyordur. Ben mesela bu yazıyla sarılıyorum çocuktan yana tavır koyan herkese.

Yazının Devamı

Renklerini Yeniden Kazananlar

Geçtiğimiz hafta Kocaeli Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Bölümü Öğretim Üyelerinden Dr. Öğr. Üyesi Ömer Kardaş ile bağımlılık konusunu ele aldığımız bir söyleşi gerçekleştirdik. O söyleşi esnasında Ömer hoca benim “umut” aşılamak için tedavi sürecindeki olumlu gelimeler ve hikayelerden bahsetmesini istemem üzerine bu kitabı gösterdi. Yeşilay Danışmanlık Merkezi, kısa adıyla YEDAM tarafından hazırlanan bu kitap 19 tane bağımlının hayatını ve tedavi süreçlerini, onların ağzından kaleme alıyordu. Söyleşi biter bitmez, bu kitabı okumak istediğimi söylediğim Ömer hoca hemen kitabı bana verdi. Her hikayede ayrı duygular içinde kıvrandım gerçekten. Birinde evladını bağımlılıktan kurtarmak için çırpınan babanın hikayesi, diğerinde iki evladı ve eşi madde bağımlısı olan bir kadınının yaşadıkları konu alınıyordu. Bir başkasında babasının kaybından sonra aslında yasını tamamlayamayan bir ergenin kendisini içinde bulduğu bataklığı dinliyordum onun cümleleri ile. Kısacası bağımlılık meselesinin asla sadece bağımlının kendisini etkilemediği, tüm aileyi farklı şekillerde aynı bataklığa çektiğini gösteriyordu hikayeler.

Bir başka hikayede ise kendimi hem anne, hem de eş olan bir kadınla empati kurarken yakaladım. Zor konular ama üzerine daha fazla konuşup, yazılması ve düşünülmesi gereken de konular diye düşünüyorum. Tam da bu nedenle kitaptan bana kalan duyguların bu yazıyla okuyanlara da ulaşmasına niyetlendim. Tedavi yolları nasıldır, neler yapılır, zorluğu veya kolaylığı nedir, aileler nasıl etkilenir ve nasıl destek verilir gibi çoğu soruyu Dr. Öğr. Üyesi Ömer Kardaş ile söyleşide konuştuk ama bu kitapta bağımlıları ve ailelerini dinlemek konuşulanları tamamlayan bir etki yarattı bende. Böyle bir merkezin olduğunu bilmiyordum açıkçası. Yeşilay’ı biliyorum elbette, AMATEM gibi bağımlılıkla ilgili tedavi merkezlerini de biliyordum ama YEDAM’ı ilk kez duydum. Kitapta yazılanlar ile ilgili sonrasında konuştuğum Ömer hocaya “Sahiden bu kadar ilgili ve nazik mi bu kurumda çalışanlar? Bir ara okurken acaba diye düşündüm hocam?” dedim ama hoca yazılanlar gibi olduğunu söyledi. Uzmanlık tezini de bu alanda yapan hocanın merkezle de bağı vardı zaten. Sevindim bu açıklamaya doğrusu. Her birimiz farklı açılardan her şeye potansiyeliz ne de olsa. Kendimiz değilse de sevdiklerimiz, aile bireylerimiz veya tanıdıklarımız üzerinden her şeye potansiyeliz. Tam da bu nedenle bilmek, okumak, öğrenmek ve bunları paylaşmak gereğini duyuyorum.

Kitapta 19 kişinin bağımlılık ve tedavi sürecinden bahsediliyor gibi duruyorsa da aslında 19 aile var her hikayede. Maddi ve manevi kayıplar var, bedensel ve ruhsal kayıplar var hepsinden öte. Bununla beraber bağımlılık tedavisi ile yeniden hayata tutunan insanlar ve onlarla beraber bataklıktan çıkanlar var. Yeniden doğum yani bir başka ifade ile. Doğum; hem bağımlı olan kişi, hem de onun hayatındaki tüm sevenleri için gerçekleşiyor. Başta da söyledim, şimdi yinelemek istiyorum, herkes için zor süreçler, bununla beraber tedavisinin olduğunu bilmek, hastalığı kabul etmek ve onunla mücadele etmek çok önemli. “Hastalık” olarak tanımlamanın da çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü kişi veya ilesi bunu kabul etmeden, sonraki aşamaya geçilemiyor zaten. Komple bir yaşam şekli değişiyor ve buna, bağımlı ile beraber aile bireyleri de dahil oluyor. Kitaptaki hemen her hikayede YEDAM yetkilileri bağımlı ile tedaviye başladıklarında aile bireylerini de ziyaret ediyor veya iletişime geçiyor. Onları hem hastalık hakkında bilgilendiriyor, hem de bağımlıya nasıl destek olacakları konusunda uyarıyor. Kitabı bitirdikten sonra kişinin kendisini tanıması, çevresini iyi seçebilmesi, kendisini sevmesi ve değer vermesi, sevdiklerinin iyi olma halinin kendisine iyi geldiği gibi, kendi iyilik halinin de onlara iyi geldiğini bilmesinin nasıl da önemli olduğunu düşündüm. Bununla beraber kendisindeki duyguları farkına varmak da ayrıca çok önemli galiba. Belki duygular tam olarak yaşanamadığı için insanlar daha fazla sorun yaşıyor. Hayatın her koşulda güzel olduğu, zorluğu ile uğraşırken iyi olanları daha fazla görmek ve onlara tutunmak gereği bir kez daha beliriyor her bir hikayede. Renkleri solan kişilerin yeniden renklerine kavuştuğunu okuduğum bu kitabın bağımlı olanlar ve aileleri için de umut olmasını diliyorum.

Yazının Devamı

Çilli Begonya

Resimleriyle kendisine çeken bir kitap Çilli Begonya. Konusu ve kurgusu da güzel ama resimler ve resimlerdeki ana karakter çok sevimli. Duyguları her bir çizgi ile okuyucuya geçen sayfalar eşlik edi<yor okur olarak bana. Julianne Moore yazmış ve LeUyen Pham resimlemiş. Nurten Hatırnaz’ın çevirisini yaptığı kitabı Bilge Kültür Sanat basıyor ve bizlerle buluşturuyor. Akıcı ve sade bir dili var yazarın. Çilleri olan ve bu durumda zorluk yaşayan, zorbalığa uğrayan bir kız çocuğunun duygusal olarak büyüme süreci var karşımızda.

Çocuk dünyası bazen acımasız olabiliyor. Bu kitaptaki kız çocuğunun arkadaşları da acımasız olabiliyor. Çilleri ile dalga geçiyorlar ve çeşitli şakalarla onun bu yönüyle barışmasını engelliyorlar. Bu duruma üzülen ana karakter ise onlara belli etmemeye çalışsa da bu halini beğenmiyor. Çillerinden kurtulmak için bazı yöntemlere başvuruyor ama bunlar işe yaramıyor. Zaman içinde hem kendisiyle sorun yaşıyor, hem de çevresinden uzaklaşıyor. Okula gitmek istemiyor ve kimseye görünmek. Kafasına geçirdiği ve her yerini kapatan bir maske ile dolaşmaya başlıyor. Sonunda yine bir bebeğin yardımı ile bu zor ve rahatsız edici şeyden kurtuluyor. Çünkü bebek çillere gülüyor ve onları sevimli buluyor. Bu durumu garipseyen kız çocuğu o esnada kendisini özleyen arkadaşlarını görüyor ve “Seni çok özledik, Çilli Begonya” sözleri ile üzüntüsünü geride bırakıyor. Onlar tarafından kabul görmesi ve sevilmesi onu mutlu ettiği gibi okur olarak bizlere de çok şey söylüyor aslında. Ötekileştirmenin nasıl zorlayıcı ve olumsuz sonuçlara gebe olduğunu söylüyor mesela. Sevgisizliğin üzüntüyle beraber harmanlandığını. Ayrıca kişinin zorbalığa uğradığında bununla nasıl baş etmesi gerektiğini de. Çocukların farkında olarak veya olmayarak “farklılıkları” vurgulamaları veya onlara saygı duyması çok büyük etki yaratıyor. Kitaptaki zorluğu biz, çilli kız üzerinden duyuyoruz. Yani buna maruz kalan kişiden görüyoruz yıkıcı etkisini. Dolayısıyla diğer kısımlar boş kalıyor. Yine de konuyu konuşabilmek, yanımızdaki minik dinleyicilerle bu konuda bir şeyler yapabilmek için iyi bir örnek oluşturuyor.

Çocuk edebiyatı hayata dair hemen her şeyi çocuklarla konuşabilmek için bizlere sonsuz alan sağlıyor. Özellikle eğitimciler ve ebeveynler bu alanı çok verimli kullanabilir. Kitabı tümüyle beğenip beğenmemek veya kısmen beğenmek bir yana; o konu her ne ise, onun üzerine düşünmek, o konuyu tartışmaya açmak ve eleştirel okumayı geliştirmek harika bir şey. Bunu yapan eğitimcileri görmek beni mutlu ediyor. Bu bağlamda gönlümden geçen, özellikle okul öncesi ve sınıf öğretmenlerinin bu alana daha duyarlı ve ilgili olmaları ve elbette ilk olarak ebeveynlerin. Bu şekilde ötekileştirme, zorbalık, farklılıklara saygı, empati ve daha birçok kavram hakkında çocuklarla konuşabiliriz. Onlara bu büyülü dünyanın kapılarını açarak dünyanın bizden ibaret olmadığını, sayısız kişi, farklılık ve konu ile hayatın nasıl da güzel olduğunu gösterebiliriz. Olumsuzluklara karşı aşılama sağlanabilir belki ve böylece hem onlara daha dirençli hale gelebilirler, hem de bunlarla nasıl baş edeceklerini görebilirler. Ayrıca kendilerini tanımak, duygularını bilmek anlamında da çok kıymetli bir yol. O yola hem yetişkin olarak kendimiz için, hem de ilişkide bulunduğumuz çocuklar için girilmez mi sizce de? Ben içinde olduğum için çok mutluyum diye bitireyim, sorunun cevabı sizlere kalsın o zaman.

Yazının Devamı

Tüm Soruların Cevabı Bende

Fom Kitap tarafından basımı yapılan ve Züleyha Ersingün’ün yazdığı “Tüm Soruların Cevabı Bende” kitabı sıcacık duygular bıraktı okur olarak bende. Mavisu Demirağ’ın çizimleriyle bütünlük kazanan kitapta arkadaşlık, dostluk, dayanışma, macera, doğa, dostluk, mahalle kültürü ve daha birçok şey var. En güzeli de torun ve babaanne sevgisinin doğa üzerinden anlatımı var. Soru soran, merak eden, araştıran çocuklar var hepsinden kıymetlisi ve güzeli. İşte o çocukların maceraları okur olarak sizi de sarıp sarmalıyor.

Taylan adındaki çocuk, ana kahramanımız ve vefat eden babaannesinin yerine eski bir konağın bahçesindeki manolya ağacını koyuyor dedesiyle birlikte. İçinde, İstanbul olan kitaplardan ayrıca elimdeki. İstanbul sevdalılarını az çok tanıyorum ve oldukça haklı yanları var ama bir yanım da keşke tüm özel ve güzel yerler bu kitaptaki konak gibi şanslı olsa diye geçiriyorum aklımdan. Ayrıca İstanbul sevdalıları kızmazsa ben de İzmir sevdalısıyım zaten. Neyse bu küçük ayrıntıyı bırakırsak yazarın da ifade etmeye ve bizlere hatırlatmaya çabaladığı şey; aslında güzel ve kıymetli olanın paraya ve hırsa karşı yenik düşme ihtimali. Mahalle kültürü, insanların birbirini tanıdığı, selamlaştığı, çocukların beraberce oynayabildikleri ve özgürce dolaştıkları sokaklar var kitapta. Kendi çocukluğuma gittim ve bu kültürü yaşamış olmakla nasıl da şanslı bir çocukluk geçirdiğimi düşündüm sayfalarda gezerken. Galiba kitapta bahsi geçen, kaybolan kültürel mirasa dair çağrışımları çekti beni en çok da. Torun ve babaanne arasındaki ince ve güzel bağ üzerinden anlatılan hikaye oldukça akıcı ve okuması keyifli. Taylan soruları çok olan ve hatta zaman zaman bu sorularla etrafındaki yetişkinleri yoran (!) bir çocuk. Araştırmayı seven Ayşe’nin mahalleye gelmesiyle güzel bir arkadaşlık da başlıyor ve sıradan olanın dışındaki ilişki ağları okur olarak bizleri çekiyor metne. Sorularına yanıtlar arayan ikili bilemedikleri yanıtlar için bolca araştırma yapıp detaylara dalıyorlar. Karşılarındaki en temel mesele ise, eski konağın satılacak olması ve yerine iş merkezinin yapılacağına dair söylentiler.

Her çocuğun hayatında ona dokunan birileri oluyor. Taylan’da da ona en çok dokunan ve sorularıyla mutlu olan kişilerden birisi dayısı. İşte aslında o eski konağı da Taylan’ın dayısının bir Yunan arkadaşı alıyor ve macera başlıyor. Anlatılar üzerinden Taylan’ı, mahalleyi ve İstanbul’u bilen yeni ev sahibi çocuklara bir oyun oynuyor. Leander adındaki yeni ev sahibinin ailesi aslında eski İstanbullulardan. Dolayısıyla anlatıların kendisini sardığı kişi bir şekilde hafızasındakilerin peşine düşüyor. Güzel bir kararla da, bu konağı aslına uygun olarak restore etme kararı alıyor. Böylece o konağın bahçesinde sayısız anısı olan çocuklar için de mutluluk zilleri çalıyor. Özellikle de manolya ağacının içinde olduğu bahçenin bozulmayacağını duyan Taylan için. Çok fazla şey geçiyor her sayfada aklımdan. Çocukluğunu bahçeli bir evde geçirmiş ve benzer şekilde sayısız anı biriktirmiş birisi olarak çok iyi biliyorum o bahçelerin insanı ve hayal dünyasını nasıl beslediğini. Aradan yıllar geçse de ansızın yolumu çocukluğumun geçtiği o eve ve sokaklara düşürebiliyorum hala. Geçtiğimiz gün aynı binada çokça çocukluk anısını birleştirdiğimiz ve bir aile gibi olduğumuz komşularımızdan birisi yine gitti o mahalleye ve resimler yolladı. İki tane çok güzel kavak ağacının olduğu yerde kocaman bir apartman resmi görünce duraladım hemen ve artık o ağaçları hafızamda ve birkaç tane karede göreceğim gerçeğiyle biraz üzüldüm. Tam da Taylan’ın dediği gibi bazen o eski fotoğraflar da aslında bize olanı göstermez. Aslına yakın neyse, ne ile ilişkilendirdiysek işte o besler hayal dünyamızı. Dolayısıyla kitaptaki o manolya ağacının kurtulmuş olması ve aynı yerinde kök salmaya devam edecek olması harika geldi bana. Yine istendiği zaman altında oturup, dallarına bakabilmek ve gölgesinde serinleyebilmek de okur olarak bile içimi açtı. Su gibi akan bir kitap en öz hali ile aslında, bakmayın siz bunca yazdığıma. Yine de insan; kitabın sebep olduğu çağrışımlardan, kişinin kendisinde kalanlardan bahsetmeden geçemiyor işte. Kim bilir başka başka neler bırakacak başka okurlarda.

Yazının Devamı

Mavi Kulübe

Okuması, üzerine düşünmesi ve yazması zor bir kitap Mavi Kulübe. Zorluğu bizlerdeki çağrışımlarında aslında. Yoksa dili, kurgusu ve anlatımı ile oldukça güzel ve ince ince işlenmiş bir kitap var önümüzde. Aile içi şiddet konusunu dramatize etmeden, gereksiz detaylara girmeden, okuru yormadan ama oldukça çarpıcı şekilde sunuyor yazar Susan Kreller. Olcay Geridönmez’in Türkçe’ye çevirdiği kitabın basımını Gingo Çocuk üstlenmiş.

Pandemi ile başlayan süreçte bir kitap kulübüne dahil oldum ve oradaki okuma kitabımızdı Mavi Kulübe. Üzerine konuşmaya başladığımızda herkes zorlandı ve hayattan örnekler sıralandığında ise boğazımız düğümlendi. Bununla birlikte neler yapılabilir, nasıl çözümlenebilir diye düşünceler de eşlik etti bizlere. Uzun yıllar öğretmenlik yapan hocamız Nevzat Süer Sezgin de Mavi Kulübe üzerine konuştuğumuz buluşmaya katıldı ve hem kitabın, hem de yazarın daha fazla okurla buluşması gereğinin altını çizdi. Dolayısıyla konuşulmayanı konuşulur kılmanın da yolunu açtı aslında. Epey bekledim bunun için ama sonunda çalıştığım kurumdaki(Kocaeli Üniversitesi) Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Bölümü’nde görevli olan hocamız Prof. Dr. Nursu Çakın Memik ile kitabı konuşup bir adım atmış olduk. Eline verdiğim her kitabı okuyup bizlerle görüşlerini paylaşan hocamıza teşekkür etmem gerekiyor bu anlamda. Kafamdakileri sorabileceğim, çocuk edebiyatını rehber olarak aldığımız söyleşilerde hemen her konuyu konuşulabilir kılmamıza yardımcı olduğu için ve belki de akademinin duvarlarından dışarıya doğru her şeyi paylaşabildiğimiz için güzel bu söyleşiler. İsteyen herkesin erişimine açık olan söyleşilerde çocuğa dair hemen her şey elimizdeki kitaplardan yola çıktığımız sohbete dahil oluyor. Sorunu tanımlamak, atılacak adımları düşünmek ve daha da önemlisi sorun oluşmadan önce yapılabilecekleri paylaşmak oldukça kıymetli ve şimdilik elimizden gelen bu kadarı. Bu kitap yine aynı niyetle bu yazıya konu oluyor. Kitapta annesini arı sokması sonucu ani olarak kaybeden bir kız çocuğu ve onun yasını tamamlayamayan babası var. Baba yasını tamamlayamayıp duygusal olarak kızını ihmal ediyor ve bu küçük kızın yaşamı yazları büyükanne ve dedesinin yaşadığı yerde geçiyor. Yükü zaten ağır olan Maya adındaki kız parkta kendisinden biraz küçük olan iki kardeşle tanışıyor. Onlardaki “farklılığı” hissediyor ama tanımlaması zaman alıyor. Bu iki çocuk oldukça varlıklı bir aileden geliyor ama aile içi şiddetin mağdurları. Maya çocukların vücutlarındaki morlukları görünce önce anlam veremiyor ama yaşadıkları yerdeki herkesin gözünü kulağını kapadığı gerçeği de aralayıp onun peşine düşüyor. Böylece tanık oldukları ve çocukların yaşadıkları Maya’nın ve okur olarak hepimizin karşısında duvar gibi kalıyor. Kendince çözümler bulup bu iki kardeşi baba şiddetinden koruyan Maya’nın adımları ile taşlar yerinden oynuyor ve nispeten olumlu bir son ile karşı karşıya kalıyoruz. Maya’ya inanmayan dede ve babaanne, yıllardır bu şiddeti kabul edemeyen toplum, şiddeti görüp önlemeye çalışan ve bu nedenle zarara uğrayan komşular ve daha da fazlası var kitapta. Maya her şeyi kenara bırakıp travma sonrası stres bozukluğu yaşayan küçük çocuk ve ablası için elinden gelenin fazlasını yapıyor. Üstelik çocuklar onu anlamasalar da. Bu kısmı çok önemliydi. Maya sadece çocukların değil, o kasabada yaşayan herkesin ve okur olarak bizlerin de ezberini bozuyordu kararları ve duygularıyla. Gerçeğin peşine düşmüştü ve gerçek oldukça ağırdı. Vazgeçmemesi ve yalana ortak olmaması ile çocuklar için öncesinden başka bir yaşam başlıyordu son kısımda. Çocukla ilgili olan herkesin okumasını dileğim kitaplardan Mavi Kulübe. Üzerine düşünmek ve belki de yüzleşmek için her şeyle.

Dün 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’ydı. Çok sevdiğim ve önemsediğim bir bayram. Çocuğu önceliğe alması, ona kıymet vermesi başka türlü anlatılamazdı galiba bir liderin. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün sadece kendi ülkesinde değil tüm dünya çocukları için attığı o adım çok özel, güzel ve önemli. Şimdi bu kitabı da okuduktan sonra “ama” ile başlayan kısma geliyorum. Aynı ülkede ve dünyada çocukların hakların mahrum kalması, çocuk yaşta evlendirilmeleri, savaşlarda esir alınmaları, ailelerini kaybetmeleri, yaşam haklarının alınması ve daha bir sürü şey önümüzdeyken bayram gerçek anlamda tadını veremiyor. Çocuk gelin kavramlarının hala ülkemizde konuşuluyor olması, çocuk işçi kavramının olması kadar ağır elbette, yine çocuk tecavüzleri maalesef insanlığımızı yitirdiğimiz en kötü durumlar. Sağlık ve eğitimlerinin yeterli ve eşit olamaması da ayrı bir başka hak ihlali çocuklar için. Atatürk’ün attığı o büyük ve kıymetli adımın ardından giderken en azından gerçeklerle yüzleşip bu sorunların çözümü için de kararlı adımlar atma zamanı. Mavi Kulübe ve 23 Nisan kutlamaları bu yazıya sebep oldu ama dilerim çok daha umutlu, güzel ve bayram tadında günlerde kutlamalarımızı yaparız çocuklarımızla.

Yazının Devamı

Seni Öyle Çok İstedim Ki…

Kitabın kapağında da yazdığı gibi “Bir Evlat Edinme Hikayesi” anlatılıyor okura Marianne Richmond’un kaleminden. Anya Yayın tarafından basımı yapılan kitabın çevirmeni de Ceyda Yanar. Oldukça sıcak, içten ve samimi bir dil ile kaleme alınıyor hikaye. Küçük bir ayı yavrusu olan Barli’nin kendi geçmişine yolculuğu ve merakı bizleri de heyecanlandırıyor. Annesine sorduğu her soruda aslında varlığından dolayı duyulan mutluluğu arıyor Barli.

Herkesin kendisine ait bir tarihi var ve yaşımız kaç olursa olsun oraya dönüp eşelediğimiz bir şeyler var sanki. Tam da bu nedenle uzmanlar sık sık mutlu geçirilen çocukluğun kıymetinden bahsedip duruyor. Sevilen, duyguları önemsenen çocukların hayata büyük bir artı ile başladığından dem vuruluyor sürekli. Dileğimiz böyle büyüyen çocukların çoğalması. Bu sevgi dolu kitap ise bizlere çocuğunu kalbinde büyüten anneleri anlatıyor. Sevilen, beklenen, sabredilen ve emek harcanan çocukların ve annelerinin hikayesi. Barli, annesine kendisinin o aileye katılma sürecini anlattırmaktan keyif alıyor. Genelde çocuklar bebekliklerinden veya erken çocukluk dönemlerinden bahsedilmesinden hoşlanır. Olayın merkezinde olmak hoş gelir onlara. Barli de öyle. Nasıl büyük bir hevesle beklendiğini, aileye katıldığında nasıl da büyük bir sevinç yaşandığını duymak ona iyi geliyor. Okur olarak bizlere de iyi geliyor. Ayrıca “sıradan” hikayelerin dışındaki başlangıçları sunması da önemli. Bunu yaparken de çocuğun göz hizasından anlatımı da kitabı daha da başarılı kılıyor. Yanımdaki minik dinleyiciler pür dikkat dinlediler ve takip ettiler sayfaları. Barli’nin sevgi dolu ortamda büyümesi okur olarak bizleri mutlu etmenin ötesinde garip bir rahatlama duygusu bıraktı.

Çocukların pek çok durumda maalesef ebeveynlerinin veya bakım verenlerinin istismarına uğradığını biliyoruz. Dolayısıyla bence çocuk için asıl şans; onu seven insanlarla çevrili olması ve bu sevginin davranışa dönüşmüş hali. Büyük bir sorumluluk isteyen ve yoğun emek harcanan çocuk büyütme sürecinde Barli’nin annesi oldukça iyi bir örnek. Dili, anlatımı, kurgusu ile de zor bir konuyu oldukça akıcı bir şekilde okurla paylaşıyor yazar. Çocuk kütüphanesinden evimize gelen bu güzel hikayenin başka evlerde ve ailelerde okunacak olması da kulağa güzel geliyor. Ayrıca çocuk hakları açısından bakılacak olursa da onların iyi bir ortamda büyümeleri, aslında doğuştan sahip oldukları bir hak. Bunu da anımsattığı ve yazmaya vesile olduğu için emeği geçenlere teşekkür ederim. Bir teşekkür de çevirmene; çünkü aslında ilk etapta o dikkatimi çekmişti ve hayallerinin peşinde giden Ceyda’nın içinde olduğu iş iyidir ön bilinci ile kitabı elime almıştım. İyi ki alıp evimize getirmişiz “Seni Öyle Çok İstedim Ki..” yi ve sevgili Barli’yi.

Yazının Devamı

Dünyalar Kadar

Okurken içimin açıldığı bir kitap oldu Dünyalar Kadar. Bazı sayfalarında sesli güldüğümüz oldu ve resimlerle metin uyumunda ayrı bir keyifle doldu okuma süreci. Gizem Kıygı yazmış, Mavisu Demirağ çizmiş. Galiba çizeri daha çok göreceğiz çocuk kitaplarında. Çünkü karakterlerinin benzer bir tınısı, kendine has bir tarzı var ve bunu başka yerlerde de görünce ismi artık hemen aklımıza geleceklerden. Dinozor Çocuk ne iyi etmiş de bu kitabın basımını üstlenmiş dedim içimden ve şimdi burada dış ses olarak bırakıyorum onu.

Akıcı bir dilin yanı sıra, farklı ve orjinal bir konu ile okuru çekip çekiştiren ve düşünmeye sevk eden bir kitap aynı zamanda elimdeki. Yazarın ilgileri, merak alanları, hayata karşı duruşu çocuklar için ince ince işlenmiş. Bence çok da iyi olmuş. Doğa, evren, yaşam, canlılar, mekan üzerine yeniden düşündüğümüz ve yanımdaki küçük okurla konuşma fırsatı bulduğumuz bir okuma oldu bizim için. Aslına bakarsanız bazı sayfalarda ciddi ciddi felsefe de yapıyor yazar. Sevdim tarzını, dilini ve anlatımının gücünü.

Kitapta bir başka hoşuma giden nokta ise çocuğu önceliğe alması. Ana karakter olan Çınar’ın annesi sadece çocuğuna değil, hepimize de çok önemli şeyleri anımsatıyor. Çocuğuna verdiği önem, onun hayatına dokunuşu ve onun önüne yeni pencereler açması harikaydı. Kitabın sonunda çocuğuna verdiği hediye de bunun en somut örneğiydi. Elbette o hediyenin oluşum aşamasına kadar geçen sürede yaşanan her şey de buna dahil. Sanki bir tomurcuğun çiçeğe dönüşünü izliyoruz her sayfada. Ayrı bir tad bıraktı bende. Dilerim devamı gelir ve daha konuşacak, yazacak, beraberce düşünecek çokça şey buluruz.

Yazının Devamı

Ağacın Hafızası

Tina Vallès tarafından kaleme alınan kitap yumuşacık ve akıcı bir dil ile bizlere önemli bir konuyu anlatıyor. Emrah İmre’nin çevirdiği kitabın basımını Can Çocuk üstleniyor. Hayata dair her şeyi nasıl da güzelce ele alabileceğimizi, sözcüklerimizi nasıl da doğru seçeceğimizi gösteriyor elimdeki kitap.

Dedesinin hafızasını yavaş yavaş kaybedecek olması ile ailedeki hemen herkesin yaşamında da değişimler başlıyor. Jan adlı ana karakterin ve aynı zamanda torunun ağzından dinliyoruz olanları. Muhteşem bir dede torun ilişkisi seriliyor önümüze. Öyle ki kitabın yarısına kadar tek solukta okuyorum her şeyi. Dedenin hayattan edindikleri bir bir seriliyor çocuğun önüne ve ince detaylarla süsleniyor. Jan’ı okuldan alma işi de dedeye ait ve okuldan eve kadar geçen sohbetler harika. Ancak hastalık kendisini belli etmeye başladığı andan itibaren değişimler de başlıyor ve bu sefer anneanne de geliyor okul çıkışlarına. Alzheimer gibi bir hastalığı dayanışma ve hoşgörü üzerinden ele alması okur olarak duyguları da canlandırıyor bende. Ailedeki herkes kenetleniyor birbirine. Jan da o zamana kadar hissettiği ama sormaktan çekindiği gerçekle yüzleşiyor ve dedesinin sorununu öğreniyor. Kitapta bazı kısımlar çok hoşuma gitti. Örneğin her akşam babanın Jan’a masal anlatması ve uykudan önce beraber vakit geçirmeleri. Sonraları bu rutielin dedeyle torun arasında geçmesi. Dedenin torunuyla sohbetlerinde her şeyin açıkça konuşulabilir olması. Örneğin Jan dedesine hastalığı ile ilgili sorular sormaktan çekinmiyor. Bence bu kısımlar çok iyileştiriciydi. Dedenin de duygularını açması anlamında kıymetli de.

Dede ve torun sohbetleri çerçevesinde ilerleyen sayfalarda ağaçlardan ve hayata dair hemen her şeyden bahseden ikili ile okur olarak bizler de dahil oluyoruz onların hatırlattığı her şeye. Geçmiş, aidiyet, kökler, ağaçlar, doğa ve insan ilişkisine dair çok fazla şey geçiyor zihnimden benim de. Salkım söğüt ağacı üzerinden dedenin yaşadığı travma ise kitap boyu merak uyandırıyor. Ancak itiraf etmeliyim belirli bir noktada tıkandığımı hissediyorum okurken. İlk sayfalardaki akıcı dilin yerine yazarın söylemek istedikleri ekleniyor. Öyle ki yazarın daha anlatacakları var ve bu nedenle bizler de dinliyoruz yazarı. Sanki Jan’ın elinden sözü alıyor yazar ve biraz da kendisi bahsetmek istiyor yaşananlardan. Yaşanmışlık kokan sayfalar var bundan sonra karşımızda. 10 yaşında bir çocuğun yerini ailedeki herkes alıyor anlatımda bu sefer. Jan her geçen gün kendisine bırakılan mirası daha da çok sahipleniyor. O mirasta sözcükler, hikayeler, düşünceler, anlatılar ve fazlası var. Dedesi var en çok da. Açıkçası bu açıdan şanslı da bir çocuk diye düşündüm şimdi Jan için. Benim böyle bir dede torun ilişkim olmadı. Bununla beraber sadece karlı bir kış akşamı trenle seyahat ederek köyden bize gelen dedemin elindeki Tadelle marka çikolatayı anımsıyorum. Bu yaşımdayım ve hala o çikolatayı görünce o ana geri dönerim. Paylaşımlarımızın ne kadar az olduğunu şimdi yazarken ve Jan’ı düşünürken bir kez daha fark ediyorum. Onlar arasındaki özel bağ ve sohbetler okuyucu olarak beni de sarıp sarmaladı.

Yazının Devamı

Gökçe

Gökçe, beraber hayal etmenin, düşünmenin, çalışmanın ve yaşamanın ürünü olarak elimizde. 40 çocukla yola çıkan ve onların kaleminden ilmek ilmek örülen bir umut çağrısıdır aynı zamanda. Gaziantep’te yaşayan ve farklılıklarıyla beraber, ortak bir amaç için çabalayan çocukların bize fısıldadığı güçlü bir sestir Gökçe. Kültür için Alan tarafından desteklenen Ortak Hikaye Projesi’nin emeğinin somut halidir bir diğer yanıyla. Proje koordinatörü Aslı Gökgöz ilk defa projeden bahsettiğinde heyecanlanmıştım. Çocuklar için biz dizi atölye ve etkinlik yapılacak ve sonrasında söz ile kalem onlara teslim edilecekti. Niyetlenilen gibi de oldu. Farklı alanlardan kişiler çocuklar için hazırlanan bu projede yer aldı ve bu çocuklarla bir araya geldi. 27 yazar çocuk ve 24 çizer çocuk ise bu paylaşımlardan beslenerek kendilerine çalınan mayaya Gökçe ile yanıt verdi. Hem de nasıl güzel bir tad ile. Kitabın bir başka güzel yanı da çok dilli olması ve herkesin erişimine açık olması. Uyurgezer Kitap tarafından basımı yapılan kitap satır aralarında sevginin nasıl çoğalacağını anlatıyor her çocuğun kalemiyle.

Masal tadında bir başlangıç ile yola çıkıyor çocuklar Gökçe’de. Koyunlarına çok düşkün bir kız çocuğu ve onun çiftlik yaşantısı konu ediliyor kitaba. Gökçe adındaki bu kız bir gün koyunlarını otlatırken bayılıyor ve bu durumu koyunları haber veriyor ailesine. Gökçe, kendine geldiğinde hemen Kınalı adlı koyunun yavrusu olacağını söylüyor ve heyecan başlıyor. Kınalı’nın bir yavrusu oluyor ve adını Pamuk koyuyorlar. Pamuk görme engeli ile doğuyor ve bu haliyle çiftlikte yaşam sürüyor. Gökçe’nin çok sevdiği hayvan dostları bazı tehlikeler atlatıyor ama bulunan çözümler hep okur olarak içimize sevgi bırakan şekilde. Kurtların saldırısında mesela anne ve baba düdük çalıp farklı sesler çıkararak çözüm arıyorlar. Bu kısımda özellikle durup düşünüyorum; yakıp yıkmak ve öldürmek gibi yolları kolayca seçebilen ve hayatı hem kendilerine, hem başkalarına dar eden büyüklerin dışında ve onların karşısında bir duruş var bu satırlarda. Kurtları öldürmeyi düşünmüyorlar mesela çocuklar, çocuk yazarlar. Bunun dışında, başka türlü bir yol arıyorlar hemen sözcükleriyle. “Keşke” diye başlayan onlarca şey geçiyor zihnimden bu satırlardan sonra. Türkçe ve Arapça olarak basımı yapılan bu kitap aynı zamanda Gaziantep’in heterojen kimliğinden de izler taşıyor. Göç alan bir bölge ve farklı etnik, sınıfsal bir yapısı var. Vaktiyle buraya göç etmek zorunda kalan çocukların yaşadıklarını bugün maalesef başka bir coğrafyada başka çocuklar yaşıyor. Yaşananlardan bu çocuklar kadar çıkarım yapılabilseydi, bugün başka şeyler söyleyebilirdik. Bir tarafta elimdeki kıymetli çalışma, diğer yanda bende bırakılan çağrışımları ve içinde bulunduğumuz gündem. Yine elimdekiyle nefes almak için yeniden metne dönüyorum.

Gökçe ve ailesi kurtların daha kalabalık olarak yeniden geleceklerini bildikleri için bu sefer bir köpek dostlarından yardım alıyorlar. Kurtkovan adını verdikleri köpeğin, aileye katılmasıyla daha da güçleniyor ve tehlikelere karşı korunaklı hale geliyorlar. Masal tadındaki giriş aynı şekilde son buluyor ve gökten elmalar düşüyor. Her çocuğun sesini duyar gibiyim sayfalarda. Heyecanlarını, sevinçlerini ve ortak bir çalışmada yer almanın verdiği mutluluklarını hissediyorum okur olarak. Şair Nazım Hikmet’in dediği gibi “Çocuklara kıymayın efendiler…” Güzellik ve insanca yaşama, ailesi ve sevdikleriyle birarada olma ve sahip oldukları tüm hakları yaşama gibi bir taraf dururken, onları kendi çıkarları uğruna üzen ve bu haklarından mahrum bırakan herkese gitsin isterim bu kitap. Niyetiyle, bulduğu çözüm yoluyla ve heyecanlarıyla gitsin isterim en çok da. Olur mu bilmem ama olur da ulaşırsa kocaman bir çığlığa dönüşüp tüm kötülükleri ve savaşları yok etsin isterim yer yüzünden. Emeğinize, kaleminize sağlık yazar ve çizer arkadaşlarım.

Yazının Devamı