Toplumsal şiddet, körlük ve umursamazlık

Erhan Uysal

Erhan Uysal

Tüm Yazıları

Toplumsal yapının en kırılgan halkalarından biri olan çocukluk ve ergenlik dönemi, dışarıdan bakıldığında sorunsuz ilerliyormuş gibi bir izlenim yaratsa da, çoğu zaman derin ve görünmez çatlaklar taşıyan karmaşık bir süreçtir.

Eğer izleme imkanınız olmadıysa Adolescence , filmini izlemenizi tavsiye edeceğim . Sıradan gibi görünen bir ailenin içinden patlak veren sarsıcı olayda, hem bireysel bir çöküşü hem de bu çöküşün dayandığı toplumsal sorunları sorgulama imkânı sunuyor.


Film de korkudan altını ıslatacak kadar “masum” ve şaşkın görünen çocuğun, sabaha karşı polis zoruyla evinden alınışı, anne-baba ve ablanın yaşadığı yıkım, bir sistemin sessiz çöküşünü yansıtıyor. Bu tablo karşısında şu soruların ortasında buluyoruz kendimizi: “Bir çocuk nasıl bu noktaya gelir?”, “Suçlu kim?”, “Toplum, okul, aile nerede ?”


Dizinin çarpıcı noktası, çocukların sosyal medya aracılığıyla kurduğu görünmez ama güçlü dünyayı, yetişkinlerin büyük ölçüde kavrayamaması anlatılıyor.


Bu dijital sanal evren, erişkinlerin çoğu zaman dışından baktığı; kendine has dili ve sembolleri ile gençlerin içinde kaybolduğu, acımasız bir gerçeklik taşıyor.


Akran zorbalığı, dışlanma, sürekli performans sergileme baskısı ve görünür olma arzusu; gençlerin ruhsal dünyasında belirleyici bir yer kaplıyor. Kızlarla temas kurmakta güçlük çeken gençlerin özellikle çevrim içi platformlarda bir araya gelerek yalnızlıklarını ideolojik bir öfkeye dönüştürebiliyor. Kadın düşmanlığı, toplumsal hayal kırıklığı ve aidiyet yoksunluğu gibi duyguların bir araya gelmesiyle şekillenen bu yapı, yalnızca bireysel kırılmaların değil, aynı zamanda içinde yaşadığımız acımasız düzenin genç erkekler üzerinde bıraktığı yapısal tahribatın da bir belirtisi olarak ortaya çıkıyor.


Çocuklarımız ergenlik döneminde asıl olarak akran zorbalığına maruz kalmaktadır, dijital dünyanın tehlikeli sularında kaybolup, yalnız ve öfkeli bir çocuğun şekline geçiyorlar.

Her evde muhakkak çocuğu ihmal eden bir yapılanma olmaktadır. Çünkü anne baba çalışmakta ve günlük yorgunluklar ilgimizin dozunu azaltmaktadır...


Ergenlik dönemi, yalnızca biyolojik değil, aynı zamanda psikososyal düzlemde de bireyin yeniden yapılanmaya girdiği bir geçiş evresidir. Bu dönem, kimlik inşası, özerklik kazanımı ve toplumsal rollerle yüzleşmeyi içerir.


Gençlerin kişilikleri, hem içsel dinamikler hem de aile, akran grupları, medya ve eğitim kurumları gibi dışsal etmenlerle şekillenir. Duygusal düzenleme becerilerinin henüz tam anlamıyla gelişmediği bu dönemde, sosyal dışlanma ya da ebeveyn tarafından anlaşılmama, psikolojik kırılmalara yol açabilir.


Yıllar öncesinde İzmit de uyuşturucu kullanmakta olan bir genç ile söyleşimde, ailesinde özellikle annesinden bir kere dahi çocuğum seni seviyorum diyen olmamıştı. Sadece bir cümle ne kadar kolay fakat ne kadar da zor olmuştu. Çocuklarımızın karınlarını doyurmak, okullarda okutmak ve cebine koyabildiğimiz harçlık ile iyi bir ebeveyn olamıyoruz. Onun ruhunu da anlayabilmemiz ve de destek olabilmeliyiz.

Modern toplumlarda ebeveynlik, yalnızca bir bakım verme süreci olmanın ötesinde, duygusal ve toplumsal bir işlev taşımaya devam ediyor. Ancak bu işlevin yerine getirilmesi, günümüzde ülkemizdeki pek çok aile için de giderek daha zorlayıcı hâle gelmiş durumda. Kapitalist üretim ilişkilerinin şekillendirdiği gündelik yaşamda, ebeveynler zaman, enerji ve dikkat gibi sınırlı kaynaklarını çocuklarına ayırmakta zorlanıyor. Ebeveynler giderek yalnızlaşıyor; destek sistemlerinden yoksun bırakılan anne ve babalar, çocuklarının dünyasına erişemedikçe suçluluk ve yetersizlik duygularıyla baş başa kalıyor.

Bu yalnızlaşma, özellikle yoksul kesimlerde, ekonomik kaygılarla daha da derinleşiyor. Ebeveynlerin yoğun iş mesaisi ve yaşam derdi, çocukların yaşadığı duygusal ve sosyal süreçleri yeterince gözlemleyememesine neden oluyor.


Bu durum, ebeveynlerin denetim yetisinin zayıflamasına ve çocuğun dış etkilere daha açık hâle gelmesine yol açıyor. Bu her ailede az veya çok bir şekilde mevcut olduğu için çözümünü sadece ailelere bırakmayıp, yerel yönetimlerin ve merkezi yönetiminde destekleyerek bu genç nüfusumuzu korumalıyız.

Okullarımızda ki çalışan öğretmenlerimizin, eğitim kadromuzun yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Maalesef her toplumun her alanında olduğu gibi yorgun ve ideallerini yitirmiş eğitim kadrolarımız ile sınır tanımayan, denetimsiz ve iç dünyalarıyla baş başa bırakılmış öğrenciler
arasındaki yaşanan uyuşmazlıkları hep görüyoruz.

Öğretmenlerin gençlerle kurduğu yüzeysel ve mekanik iletişim, yalnızca bireysel tükenmişliğe değil, aynı zamanda eğitim kurumlarının dönüşümüne işaret ediyor.

Günümüzde eğitimin asli görevi olan çocuk ve gençlerin gelişimini destekleme sorumluluğu, piyasa mantığıyla şekillenen eğitim politikaları içinde eriyip gitmektedir.

Okullar, çocukların yalnızca akademik başarıları üzerinden değerlendirildiği ve üniversite ve lise sınavlarında gösterdikleri başarıya bağlı sıralanmaktadırlar.


Akran zorbalığının olağanlaştığı, müdahalenin ise sistemsel olarak yetersiz kaldığı bu ortamlar, gençlerin yaşadığı travmaların hem kaynağı hem de taşıyıcısı hâline geliyor.

Öğrenciler yalnızca bilgiyle değil; aynı zamanda anlamla, aidiyetle ve güvenle buluşmak istiyor. Ancak bu bağ kurulamadığında, gençlik ya içe kapanıyor ya da öfkeyle dışa taşıyor. Okullar, sessiz çığlıkların yankılandığı, ancak çoğu zaman kimsenin duymadığı yerler olarak karşımıza çıkıyor.


Dijital çağın, hem öğrenme hem de kişisel gelişim açısından özellikle çocuklar ve gençlere ciddi katkılar sunduğu ve yaşamlarının önemli bir parçası haline geldiği tartışmasız bir gerçektir. Ancak kapitalizmin doğası gereği bu işlevsel alan da hızla araçsallaştırılıyor. Bilgiye erişimin önünü açan bu platformlar, aynı zamanda nefret söylemlerinin, şiddetin ve dışlayıcılığın örgütlendiği zeminlere dönüşebiliyor. Bu durumda en çok zarar görenler, savunmasız çocuklar ve gençler oluyor.


Kadınlara yönelik nefret söylemleri yayan içerik üreticileri, özellikle genç erkekler üzerinde etkili oluyor. Dışlanmışlık hissini ideolojik bir saldırganlığa dönüştüren bu içerikler, şiddetin dijital çağda nasıl yeniden üretildiğini gösteriyor.

Çatışmalar, artık sanal ortamlarda örgütleniyor ve sokakta daha büyük bir öfke ve ölümcül şiddet olarak geri dönüyor.

Futbol maçın da rakip taraftarlar güvenlik sebebi ile türbine alınmıyor, fakat bir bakıyorsunuz aynı takımın taraftarları birbirleriyle öldüresiye kavga ediyorlar.

Hayatımızın birçok karesinde değişik olaylar ile karşılaşıyoruz. Bunu kuşak farklılığı ve ya başka bir sonuca bağlamak çok zordur. Tek bir sebebi tabi ki yok, birçok sebebi var. İnsanlar arası iletişim her dönemde her yaş da azalmış durumda, ekonomik şartlar olabildiğince kötüleşmiş durumdadır. Eşiyle tartışan kadın veya erkek, çocuğuna her türlü şiddeti uygulayan ebeveynler, sosyal yaşamda akran zorbalığı, ve bunun gibi birçok sebep hepimizi etkilemektedir. Eskiden bir arkadaşımızla ayırdığımız bir çay molası bile bizlere iyi gelirdi. Şimdi ise antidepresanlara sarılıyoruz. Bu ilaçların kullanımı sanırım yüzde 60 ila 70 lerde. Kullanım sonrasında duyarlılığı azalmış bir toplum yaratıyoruz.

Sorumluluk kimin Denetim mi, ilişki mi?

Mesele, yalnızca sosyal medyanın denetimsizliğiyle açıklanabilir mi? Dijital platformlar, elbette şiddet içeriklerinin yayılması, nefretin örgütlenmesi ve gençlerin savunmasızlığı açısından ciddi bir tehdit oluşturuyor. Ancak sorun yalnızca teknolojik mecraların sınırsızlığı değil; aynı zamanda bu sınırsızlık içinde gençlerin yalnız bırakılması.

“Aileler çocuklarına daha çok sahip çıksa her şey düzelir mi?” sorusu da bu bağlamda eksik kalıyor. Mesele, niceliksel olarak daha çok “ilgilenmekten” ziyade, nitelikli bir ilişki kurabilmek.



Güçlü bir bağ, karşılıklı güven, duygusal farkındalık ve gençlerin iç dünyasına kulak verme çabası olmadan; ne denetim işe yarar, ne de yasaklar.

Her ülkeden bir alınmış karar duyuyoruz. Efendim 18 yaş altıda sosyal medya yasaklanmıştır diyerekten. Yasak hiçbir şekilde sorunları çözmez ama sadece karar alan tarafında bir şeyler yapıyoruz ruhsal rahatlaması sağlar. Bir çeşit ego tatmini.


Gençlik, gözetlenmekten çok, görülmek ister. Bu nedenle çözüm; aile, okul, medya ve toplumu birlikte inşa edeceği anlamlı, kapsayıcı ve şefkatli ilişkiler ağında yatıyor.

Çocuk bakımı işini tek başına ebeveynlerin omuzlarına yükleyen bugünün kapitalist sistemi, bu nitelikli ilişkinin kurulmasını bırakın mümkün kılmayı adım adım yok ediyor.

Sorun olarak cinayetleri veya darpları bu yıl kaç kişi öldürüldü veya kaç kişi darp edildi olarak bakılırsa, sayılardan bir sonuca varamayacak olduğumuz aşikardır. Soruna her yönüyle bakmalıyız

Sorunu; ailede, sokakta, mahallede, ilçede, ilde ve tüm Türkiye de ne yapabiliriz diyerek düşünürsek eğer çözebiliriz. Bırakın sanal ortamları yasaklamayı, okullarda zaman ayırdığımız bir çok dersi sanal ortamda videolar halinde veya toplantılar halinde vererek ayrılacak sürelerde ise çocuklarımızı sosyalleşmesi için harcamalıyız. Oturtup sesli sesli bağıra bağıra kitap okutmalıyız, arkadaşı onun sesinden etkilensin, anlam verdiği kelimeleri hissetsin diye. Bizler teknolojiyi kullanabilmeliyiz. Teknoloji bizi zaten istediği gibi harmanlıyor.

Hepinize teknolojiyi kullanabilen bir toplum olurken, insani değerlerimizi kaybetmediğimizi görmenizi dilerim.

Sevgi ve saygıyla.