Uğultu, kızıllık, göktaşı yağmuru, hurafeler… 17 Ağustos 1999

Ortaokul bitti, liseye başlayacağım… Yazın ortası… Yılın en sıcak günlerinden biri. Hava abartmıyorum gündüz kadar aydınlık. Köpekler inanılmaz şekilde uluyor… Sıcaktan ve sesten, uyku tutmadı… Daha serin diye salona geçtim…...

Ortaokul bitti, liseye başlayacağım…

Yazın ortası…

Yılın en sıcak günlerinden biri.

Hava abartmıyorum gündüz kadar aydınlık.

Köpekler inanılmaz şekilde uluyor…

Sıcaktan ve sesten, uyku tutmadı…

Daha serin diye salona geçtim…

Saat 02.55 sıraları, yatağa anca uzanabildim…

Yan yatakta babam, o da aynı durumda.

Yatağa geçtikten 6-7 dakika sonra ufak bir sarsıntı ile irkildim, derken 3-5 saniye geçmeden şiddetli bir sarsıntı beni duvara vurdu.

Yerin altında gök gürlercesine evin içinde bir uğultu…

O panikle ayağa kalktım ama ayakta durmak bile zor, o denli sallanıyor her taraf.

Güçlükle kapıya kadar gidebildik.

Anahtarı bulup kapıyı açtım, evdekiler dışarıya çıkana kadar aşağıya inemedim.

Tüm mahalle sokağa dökülmüştü.

Deprem 45 saniye sürdü ancak artçı şoklar 1-2 dakikada bir yaşanmaya devam etti…

Elektrikler gitmişti, sokak lambaları yanmıyordu ama hava inanılmaz şekilde aydınlıktı.

TÜPRAŞ’ın olduğu kısım, ilk dakikalardan itibaren gök yüzünü kızıla boyamıştı.

Çıkan yangından bir haber, o kızıllığın ne olduğunu çözmeye çalışıyorduk.

Herkes kafasından bir paranoya yazıyor, hurafeler uyduruyordu.

Batıl bir inanış vardır, “Yıldız kayınca bir insan ölür” diye; çocuksun, inanıyorsun işte… Aklımda yer etmiş, gök yüzüne baktım, sürekli yıldızlar kayıyor, daha doğrusu göktaşı yağmuru var… Mahallemizde tek bir bina yıkılmamıştı ama gökyüzüne bakıp “Bir sürü insan öldü” demiştim kendi kendime…

Tamamen tesadüftü oysa her ağustos ayının ortalarında gece o saatlerde benzer durum vuku buluyormuş! Çok zaman sonra öğrendim.

Okul bahçesinde toplandık, radyolar açıldığında, merkez üssü Gölcük olan, 7.2 şiddetinde bir depremin meydana geldiğini, çok sayıda binanın yıkıldığını ve enkaz altında insanların kaldığını duymaya başladık. Bir batıl inancın düşündürdüğü “Ölümler”, maalesef doğru çıkmıştı. Cep telefonu kullanımı bu kadar yaygın değildi, akıllı telefon diye bir şey icat edilmemişti, internet yoktu.

Depremden bir zaman sonra güç bela eve girmeye cesaret edebilenler, yakınlarına haber verebilmişti.

Bizler, kentimizde yaşananları radyolardan takip edebildik; Kocaelililer dışında tüm ülke, yaşanan felaketin boyutunu daha net şekilde izleyebiliyordu televizyon kanallarından… Bizler, depremin merkezinde olan bitenden, depremin boyutundan bihaberdik… Yıkımın bu denli güçlü olduğunu uzun süre kestirememiştik.

Gündüz olmuştu, Derince’den bakınca karşı yaka, her yer toz duman…

Gölcük yıkılmıştı…

Altında arabası olanlar, depremin yıktığı bölgelere gidebilmişti. Döndüklerinde anlattıkları ne denli bir felaketle karşı karşıya olduğumuzu ortaya koyuyordu.

Derince’deki Çınarlı Mezarlığı, bugün adı 17 Ağustos Mezarlığı, dozerlerle kazılıyordu. Çenesuyu’ndaki Olimpik Buz Sporları Salonu’nun morga dönüştüğünü, günler sonra öğrenebilmiştik. Mezarlık yerine yanlışlıkla sokağımıza gelen bir aracın arkasında, üzeri battaniye ile örtülmüş bir erkek cesedinin moraran ayakları, hala gözümün önüne gelir… Enkaz altında kalanları, yakınlarını yitirenleri, arama kurtarma çalışmalarında yer alanları düşünün, onların gözünün önünden gitmeyecek görüntüler çok daha fazla…

***

Bir de gelen yardımlar vardı deprem bölgesine, tırlar dolusu yardım…

İnsanların depremden ders almadığını, aç gözlülüğünü ortaya koyan olaylar vuku buluyordu. İhtiyaçtan fazlasını alıp, yerlerin domates, biber, ekmeklerle dolduğu hala gözümün önünde… İhtiyacı olmadığı halde defalarca sıraya girenler unutamıyorum.

Deprem anında kapıya Kelime-i Şahadet getirerek, dualar okuyarak koşanların korkusu, deprem bitene kadarmış…

Bunu da gün geçtikçe görmüştüm.

***

Depremin üzerinden 1 aya yakın bir süre geçmişti ki kent merkezine, Derince’ye yeni inebilmiştim… Derince’ye indiğimde hala enkaz altında ceset arayan arama kurtarma ekipleri vardı. Koku, çekilemeyecek düzeydeydi… Canlı yayın araçları her yerde konuşlanmıştı.

Öyle evler gördüm ki kimi tuzla buzdu, kimi yan yatmıştı, kimi binaların sadece bir ara katı yok olmuş, geriye kalan daireleri sağlam şekilde duruyordu. Şaşırtıcı ve korkunçtu.

***

Kokudan dolayı, ölüleri yıkamak istemeyen imamlar gördüm…

Depremin ilk zamanları, suyu dahi karaborsaya çıkaranlara şahit oldum…

Gölcük Donanma Komutanlığı üzerinden anlatılan iğrenç ötesi, asılsız, mesnetsiz hurafe denebilecek hikayeler işittim…

TÜPRAŞ’ın patlama riskiyle ormana kaçanların çaresizliğini gördüm.

Vatandaşın bu çaresizliğinden yararlanmak için cami minarelerine çıkıp, yalan anonslar yapıp halkın yıkılmayan evlerinin etrafından uzaklaşmasını amaçlayan hırsızların vicdansızlığına şahit oldum.

Yıkılın dükkanları yağmalama derdine düşenleri gördüm.

İnsanlık da enkaz altında kalmıştı bu depremde…

***

Depremden sonra kimi binalara kırmızı, kimi binalara ise sarı çarpı konuldu.

Tıpkı futbol maçlarında verilen kartlar gibi düşünün.

Sarı çarpı atılan binalar, orta hasarlıydı; güçlendirilmesi şarttı.

Kırmızı çarpı konulan binalar ise direk yıkılması gereken binalardı.

Mal canın yongasıydı belki ama o mal candan öte değildi.

Malzemeden çalan müteahhitlerin para hırsı yüzünden yaşamını yitiren eşler, çocuklar, anneler, babalar, kardeşler vardı. Bundan ders alınmadığını, kırmızı çarpı konulan binaları yıkmayıp, orta hasarlı gösterten, sözde güçlendirme yaparak da o binaları bugüne dek ayakta tutan, sonrasında satan ya da kiraya verenler oldu.

Hatırlıyorum, daha bitmemiş bir binanın tüm merdivenleri çökmüştü, çatlakları vardı; kırmızı çarpı vurulmuştu ancak o bina bugün hala ayakta.

Bunun yanı sıra valiliğin yıllar önce tespit ettiği ağır hasarlı kırmızı çarpı konulmuş binalar hala ayakta. Orta hasarlı binaların artık güçlendirilmesi gibi bir şey söz konusu değil mesela, yıkılması şart ama o binalar da hala ayakta. İçlerinde binlerce insan yaşamını sürdürüyor.

***

Her yıl, 17 Ağustos’ta depremi hatırlayıp, “Unutmadık, unutturmayacağız” sloganlarıyla anma programları yapanlar; depremden önce yapılmış binaların ne denli depreme dayanıklı olduğuna dair bir tespit ortaya koyamıyor.

Deprem kuşağında olan ilimizde vatandaşlar, depremin değil binaların öldürdüğünü bile bile işini şansa bırakarak bu binalarında oturmayı sürdürüyor. Haberdar bile değil pek çoğu nasıl bir tehlike ile karşı karşıya olduğundan…

Yeni yapılar deprem yönetmeliğine uygun ama eskiler, işte orası belirsiz…

***

Çok acılar çekti bu kentin insanı, çok yakınını göçük altında bıraktı, kimisi eşini, kimisi çocuğunu, kimisi kardeşini, kimisi nişanlısını, kimisi anne ve babasını, kimisi hepsini yitirdi… Kimisi sakat kaldı, kolu gitti kiminin, kiminin bacağı…

Bugün deprem olsa inanıyor musunuz, yıkılmayacağız? Yıkılacağız… Hem de eskisinden daha beter yıkılacağız… Bu yüzden depremi unutturmamayı, acıları hatırlatmak olarak algılamaktan vazgeçin; kentteki deprem görmüş tüm yapıların hasar tespitini yapın… Ama siz hasar tespiti yapmayı bir yana bırakın, daha tespiti yapılmış binaları yıktıramadınız…

20 yıl geçti, insanlar hala diken üstünde…

Geçen bir kamyonun oluşturduğu sarsıntıda bile irkiliyoruz.

Sadece, dua ediyoruz; “Allah bir daha yaşatmasın” diye…

Biz bu ilde şansa yaşıyoruz…

***

20 yıl önce kaybettiğimiz tüm canlarımızı rahmetle anıyor, bir daha aynı felaketi yaşamamayı umuyorum…

SON DAKİKA HABERLERİ

Yılmaz Karabıyık Diğer Yazıları