Kur farkı gelir mi sayılır? Vergi tartışması yeniden gündemde
Yıl sonu yaklaşırken kur farklarının mali tablolara etkisi ve vergilendirilmesi konusu yeniden tartışma yaratıyor
Her yılın sonu yaklaştıkça kur farklarının mali tablolara etkisi ve vergilendirilmesi konusu finansal okuyucularca yeniden kritik edilir. Enflasyonun mali tabloların kimyasını bozma etkisi olduğu kadar kur farkları da gerçek finansal durumu gizleyerek mali tabloları etkiler. Dahası bilançoların aktif tarafında yer alan varlıklardan gelen kur farkları, ödenecek vergileri artırarak ‘özsermaye’yi azaltacak etkiye sahip olurlar.
Vergilemede temel yaklaşım
Vergi mevzuatına göre “ticari kazanç” esasında vergilendirilen gelir vergisi mükellefleri ile kazançlarının tamamı “ticari kazanç” sayılan kurumlar vergisi mükellefleri, temel olarak özsermayelerindeki artışlar üzerinden vergilendirilirler. Esasen bu mükellefler yönünden vergi uygulamalarında gelir kavramı temel olarak, dönemsonu ve dönembaşı özsermaye değerleri arasındaki olumlu fark olarak tanımlanır.
Hal böyleyken, “ticari kazanç” esasında vergilendirilecek gelir ve kurumlar vergisi mükelleflerinin döviz cinsinden varlıkları dolayısıyla oluşan kur farkları üzerinden gelir veya kurumlar vergisi ödemeleri eleştirilere hedef olur. Zira, normal faaliyet kazançları bir yanda tutulursa, döviz cinsinden özsermayesi değişmeyen bu mükelleflerin yasal olarak TL cinsinden kayıt tutmak zorunda olmalarından kaynaklanan kur farkı gelirleri üzerinden vergi ödemeleri, bir anlamda sermayenin (özsermayenin) vergilendirilmesi anlamına gelir.
Ticari kazanç esasına tabi mükelleflerin TL cinsinden özsermayelerini değiştirmesi nedeniyle, kur farkı gelirleri üzerinden vergilendirilmeleri bir yere kadar kabul edilebilir. Buna karşılık, ticari kazanç esasına göre vergilendirilmeyen gerçek kişiler (şahıslar) için durum daha kritiktir. Bu mükelleflerin sahip oldukları varlıkları sadece ellerinde tutmalarından dolayı bir gelir oluştuğu zaten iddia edilemez ve bunun için gelir vergisi ödemeleri beklenemez.
Parasal varlıkların yatırıma dönüştürülmesi sonrasında şahısların sahip oldukları varlıklarda artış varsa bir gelirden bahsedilebilecektir. Konuya böyle yaklaşıldığında, gelir vergisi varlığın kendisinin değil, varlıktaki artışın vergisi olarak tanımlanabilir. Esasen, kanun koyucu da Gelir Vergisi Kanunu’nun 76’ncı maddesinde bu bakışı ortaya koymuş ve “menkul kıymetlerin satılmasından, diğer şekillerde devredilmesinden ya da itfa edilmesinden alınan paraları” “menkul sermaye iradı” saymamıştır.
Ancak Gelir Vergisi Kanunu’nun 80. ve devamı maddelerinde, gerçek kişilerin “ticari işletmeye dahil olmayan” bazı varlıklarının satışından veya devrinden dolayı “değer artış kazancı” üzerinden vergi ödeyecekleri de ayrıca belirtilmiş. Hemen belirtilmelidir ki menkul kıymetlerin gelirlerine özel vergilemeleri anlatan bu maddeler arasında sayılmayan gelirler vergiye tabi tutulamaz. Esasen, hangi kaynaktan elde edilirse edilsinler, vergilendirilecekleri açıkça Gelir Vergisi Kanunu’nda belirtilmeyen kazançlar gelir vergisine tabi de değildir.
Bu husus Gelir Vergisi Kanunu’nun bir kuralıdır. Hal böyleyken, şahısların kişisel servetlerinde yer alan varlıklarını elden çıkarmalarından sağladıkları kazançların, Gelir Vergisi Kanunu’nun 80. ve devamı maddeleri arasında belirtilmedilerse gelir vergisine tabi tutulmayacağı söylenebilir. Ancak tartışma tam da buralarda çıkmaktadır.
Varlık satışlarında vergileme tartışması
Gelir Vergisi Kanunu’nun mükerrer 81’inci maddesine göre; “değer artışında safi kazanç”ın hesabında hasılat olarak, “elden çıkarma karşılığında alınan para ve ayınlarla sağlanan ve para ile temsil edilebilen her türlü menfaatlerin toplamı” esas alınacaktır. Maddenin izleyen bölümünde ise hasılatın ayın ve menfaat olarak sağlanan kısmının Vergi Usul Kanunu’nun değerleme ile ilgili hükümlerine göre tayin edileceği söyleniyor. Yani ticari kazancın vergileme ilkelerinde olduğu gibi, TL cinsinden elde edilen hasılatın kur farkına isabet eden kısmı da hasılat sayılabiliyor. En azından Maliye böyle düşünüyor.
Dahası, aynı maddenin izleyen bölümlerinde, dar mükelleflerin (yurtdışında yerleşik sayılan gerçek ve tüzel kişilerin) Türkiye'ye bizzat getirdikleri nakdî veya aynî sermaye karşılığında iktisap ettikleri menkul kıymetlerin elden çıkarmalarından doğan değer artışı kazançlarının hesabında, kur farkından doğan kazançların dikkate alınmayacağı yönünde bir hüküm var. Ama benzer bir hüküm tam mükellefler (Türkiye yerleşiği sayılan gerçek ve tüzel kişiler) için yok. Böyle olunca da Maliye; sahip oldukları parasal varlıklarını eurobond ve benzeri döviz cinsinden menkul kıymetlere yatıran tam mükelleflerin yatırdıkları sermayeye isabet eden kur farkını da vergilendirmeye çalışıyor.
Ancak konu bize göre net. Gelir, varlık üzerine eklenen değerleri ifade eder ve farklı para cinsine dönüşümden dolayı elde edilen farklar (kur farkları) gelir sayılmaz ve vergiye tabi tutulamaz. Vergi yargısı da konuya böyle bakıyor. Nakit varlıklarını döviz cinsinden tutan şahısların belirli dönem sonlarında oluşan kur farklarının vergilendirilmesi gerektiğine inananlara verilebilecek tek karşılık şudur: “Yok artık!” Bakalım Maliye ne zaman “gelir” kavramına bakışını değiştirecek.