Küllerimizden yeniden doğmalıyız

Bu yazımda sizlerle büyük üstat Can Yücel in bir şiirinden alıntı yaparak söze başlamak istiyorum. Çok güzel anlatmış şu anda toplumumuzun yaşadıklarını bir kalemde.

“Tam zamanında toplamalısın oltanı

Belki de seni şampiyon yapacak

En büyük balığı kaçırmadan.

Tam zamanında yaşlandığını hissetmeli

Tam zamanında ölmelisin.

Iskalamak istemiyorsan hayatı,

Haydi, şimdi kalk bakalım

Silkin şöyle bir,

At üzerinden hayatın yorgunluğunu,

Vakit zannettiğinden daha az

Haydi kalk bakalım,

Şimdi YAŞAMAK ZAMANI…

İnsanoğlu, daha, az sayıdaki gruplar halinde mağaralarda yaşarken bile merak edip bizde olmayanın peşine düşmüştür. Bulduğumuzu düşündüğümüzde, bir başkası ortaya çıkmış. Sonra bir diğeri ve diğerleri…

Bu döngü hiç bitmemiş. Bitecek gibi de görünmüyor.

Esasında ilk insandan günümüze aradığımız, belli ki ölümsüzlükmüş. Çünkü kavramışız ki ölümsüz olmak üstünlüklerin en büyüğüymüş.

Farkına varmasak da bu uğurda her şeyi yapmışız ve yapmaya devam ediyoruz. Varlığın anlamını hep olmayanda, olduğu umut edilende, yoklukta aramışız ve pek çoğumuzun değer yargısı var olandan daha çok olmayanın kıymetine odaklanmış durumdayız.

Mesela,700.000 saat çok uzunmuş gibi geliyor okurken ya da düşünürken eminim. Siz hesaplamadan söyleyeyim, 700.000 saat yaklaşık 80 yıl ediyor.

Bu süre, günümüzde gelişmiş ülkelerde yaşayan insanların ortalama ömrü.

İlk anımızdan son nefesimize her anı, emeklemeyi, yürümeyi, koşmayı, sevmeyi, ağlamayı, gülmeyi, nefret etmeyi, kazanmayı, kaybetmeyi, kısacası her şeyi, koca bir ömrü sığdırmaya çalışıyoruz bu süreye ki, çok insanın 80 yıl yaşayacak kadar şanslı olmadığı bir dünyada.

Böyle bakınca, o kadar da uzun değilmiş gibi geliyor insana, bir de her gün 24 saatini harcadığımızı düşününce. İşte tam burada, bu noktada kendimize şu soruyu sormak gerek diye düşünüyorum.

Bu 700.000 saati, yani yaşamı, pek çoğumuz için değerli kılan nedir diye?

Hayatın kendisi mi? İçinde bulunduğumuz şu an mı? Hafıza denen muammada biriktirdiğimiz onca anı, tecrübe ya da birikim mi? Yoksa bir gün son bulacak olması mı?

Var olanın kıymetini yoklukta aramak, bize genetik bir miras olarak kalmış.

Öyle ki, bize kapılar açtığı kadar bir o kadarını da kapatmış.

Bilinir ki en mutlu insanların, en başarılı kişilerin, hatta en unutulmaz olanların, tarihe geçenlerin, liderlerin ortak yönü, anın kıymetini, değerini biliyor olmalarıdır.

Tabi bu, bize plansız yaşamanın, geçmişi ve geleceği umursamamanın bizi daha mutlu edeceği anlamına gelmez.

Önemli olan önce içinde bulunduğumuz bu anın, bu günün, bu saatin, elimizdekinin, var olanın kıymetini bilmektir. Tüm bunlara anlam katanın yoklukları değil bizzat kendileri olduğunu anlamaktır.

Yaşama anlam katan ölümse, düz bir mantıkla bile önce yaşamak gerekir.

Yeniden doğmak için, illa ölmek ve küllerimizden doğmak mı gerekir. Birazdan okuyacağınız mitolojik öykü hepimizin bana benziyor diyeceğiniz bir öyküdür.

Bu öykü bilginin ve akılların ötesinde olan, hep yalnız ama yardım isteyenlere asla hayır demeyen, her yerde olabilen fakat hiçbir yerde bulunamayan Zümrüdî Anka, Simurg ya da otuz kuşun öyküsüdür…

Kuşlar diyarında yaşayan Simurg, başı sıkışan her kuşa yardım etmek için hazırken uzun bir süreden beri artık görünmemeye başlamıştır. Kuşlar, Simurg’un neden görünmediğini, yardım çağrılarına cevap alamadıklarını merek etmişlerdir.

Aradan zaman geçer ve bu sorgulama kulaktan kulağa yayılır. Kimileri bu durumdan kendilerini suçlarken, kimileri de ilgisiz kalmaktadır. Bir gün uzak bir ülkeden benzerlerinin dışında bir kuşa rastlarlar.

Bu kuş, Simurg’un kanadından bir tüy bulmuştur! Uzun zamandan beri kendisinden haber alınamayan ama hala varlığını kanıtlayan bu tüy haberi kısa sürede kuşlar diyarında yayılmaya başlar ve kuşlar toplanarak bir araya gelirler. Kaf Dağı’nda yaşadığı rivayet edilen Simurg’a gitmek için yola çıkmaya karar verirler.

Bu yol uzun, meşakkatli ve zorluklarla doludur. Öyle ki, gidenlerin döndüğü görülmemiştir. Bunu göze alan kuşlar konuya akıllıca yaklaşarak, onlara her an yardımcı olabilecek haberci kuştan, bu yolculukta kendilerine kılavuzluk yapmasını istemişler.

Bir bilge olan haberci kuş ise, daha evvel bahsedilen bölgeleri tanıdığını ve topluluğa kılavuzluk edebileceğini söyler. Böylece yolculukta olabilecek tüm risklere karşı kendilerini yalnız bırakmayacak “Bilge Kuş”la Simurg’u bulmak için yola koyulurlar.

Yolculuğa katılanlar oldukça istekli ve gereken vasıflara sahip kuşlardır. Yolculuk boyunca aralarında konuşarak bilgilerini paylaşırlar. Paylaştıkları her bilgi onlarda daha büyük bir ilgi ve merak uyandırmaktadır. Bu ilgi ve merak onlarda gizemli Simurg’a ulaşmayı, onunla buluşmayı daha da istekli bir hale dönüştürmüştür.

Söylencelere göre Simurg; her canlıdan bir iz taşımakta, tüylerinde her rengi barındırmaktadır. Kanatları altın ve kırmızı renklerin karışımı, vücudu ve başı ise mor renktedir. Garip olanı da yüzünün insana benzediğidir!

Eşsiz bir kuş olan Simurg eylemlerinde de benzersizdir. Diğer sıra dışı bir özelliği de, ömrünün bir aşamasına geldiğinde yaşadığı yer olan “Bilgi Ağacı”yla birlikte kendini ateşe vererek kül olana dek yanması ve ardından o küllerin içinden yeniden doğmasıdır. Bu nedenle ölümsüzdür. Onun varlığı, yanında bulunana tarifi mümkün olmayan bir mutluluk, sükûnet, huzur ve güven vermektedir.

Yolculuğa çıkan kuşlardan bazıları çeşitli gerekçelerle bu yolculuktan sıkılır ve vazgeçmeye başlar. Eğer yanlarında onlara yol gösteren “Bilge Kuş” olmasaydı, belki de bu kadar yolu gitmeden daha başlangıçta vazgeçmiş olacaklardı. Oldukça fazla sayıda olan kuşların birçoğu vazgeçmiş olsa da yolculuk kalanlarla devam etmektedir. Geriye kalanlar Kaf Dağı’nın eteklerine henüz ulaşmışlardır.

Efsaneye göre asıl zorluklar da bu aşamadan itibaren başlayacaktır. Dağın eteğindeki o korkulu vadiden geçeceklerdir. Bazı kuşlar, vadiyi aşmak için yeterince yükselemez ve korkup geri dönmek ister. Kimisi yorulup biraz dinlenmeyi seçerken bilmez ki, belki de gidenlere asla yetişemeyecektir. Kimisi vadideki güzelliklere dalarak yolunu kaybeder, kimisi de ayrılık vadisinde kaybolur.

Bazıları geride bıraktıklarının hüznüne kapılarak dönmek ister. Kimileri, bilmedikleri bir diyara gitmektense bildikleri dünyayı tercih eder (!). Kimileri, arkadaşlarının bu yolu terk etmesini gördükçe kararlılığını yitirir. Kimi öfkesine, kimi büyük kuş ise kibirlerine yenilerek ayrılır yolculuktan.. Artık ne bülbüllerin şarkılarını dinleyecek, ne de görkemlerinin tadını çıkaracak ortam bulamayan kuşlar da yolculuğu terk eder. Her şekilde mazeret sayısı giderek artmıştır. Zaten bu meçhul olan zorlu yolun sonu da belli değildir!

“Bilge Kuş”, gelinen bu noktada artık kimseyi kararından döndürmek için bir çaba harcamamaktadır.

Kalan kuşlar dayanamayıp Bilge Kuş’a bu yolun nereye varacağını sormak isterler. O ise bu aşamadan sonra yolun sonunda kendi yaşayacağı deneyim yanında ötesinin anlamsız olacağını düşünerek onları cevapsız bırakır. Sırasıyla aşk vadisini, marifet ve istiğna (tok gözlülük) vadilerini geçerler.

Buraya kadar sayıları giderek daha da azalır. Vahdet vadisine gelince birçoğu orada kalmak ister. Hayret vadisine geldiklerinde ise gördükleri karşısında donakalırlar. Ne yerleri ne de yurtları akıllarına gelmemektedir. Sonsuza kadar bu vadiyi hayranlıkla izlemekten güzel daha ne olabilir ki?

Kuş topluluğu, Hayret Vadisi’nde kalmak isteyen kuşları da geride bırakarak idrakleri ve hayalleri dışında olan Yokluk Vadisi’ne ulaşırlar. İşte burası, hakkında hiç konuşulmayan ve konuşulmaması gereken yerdir. Yokluk Vadisi, Simurg’a açılan son kapıdır.

Sonunda, kalan kuşlar o gizemli efsanedeki yere varmışlardır. Önlerinde tüm heybetiyle “Bilgi Ağacı” durmaktadır. Sürü olarak yola çıkan kuşlar buraya vardıklarında, sayıları sadece otuzdur! Ağacın üstünde de otuz tablet durmaktadır. Herkes huşu içinde kendisine en yakın olan tablete sessizce yaklaşır ve okumaya başlarlar.

Tablette şu yazmaktadır: Burası “Si” (otuz) murg (kuş) un evidir. İçlerinde oluşan duygu giderek fiziksel bedenlerini sarmaya başlar ve tarifsiz bir titremeye dönüşür. Bugüne kadar zannettikleri her şey, hakikat karşısında yanmaya ve yok olmaya başlar. Aynı anda Bilgi Ağacı da yanmaktadır. Sonunda yanacak hiçbir şey kalmadığında o küllerden yeniden doğmaya başlarlar.

Bu mitolojik anlatımda da anlaşıldığı gibi insanın kendisini bilmesi acı verici, zorlayıcı ve yakıcıdır. Bu bazen bir rehberle yapılan, bazen de insanın kendince yaptığı bir yolculuktur.

Ölmeden ölmek! Yanarken yanmadığını görmek!

Kaf Dağı ise insanın Ben’i ile Kendi’si arasındaki yolculukta edindiği bilgiyle ulaşacağı yerdir. Hikâyede de görüldüğü gibi, Ben’imizin peşine düşmek bizi geçmişe götürür. Geçmiş bizi geleceğe gitmekten alıkoyar. Oysa kendimizin ardından gitmek bizi geleceğe taşıyacaktır. Bu da tekâmülün kaçınılmaz şartıdır.

Herkes her şeyi ister; ancak yapabilenler başarır! Tıpkı Simurg, otuz kuşun, hikâyesinde olduğu gibi.

Eğer bir yolculuğu talep etmişseniz, o yolu gitmek bir sorumluluktur. Yola çıkmış biri olarak gidiyorum ve gitmeye devam edeceğim; ta ki, küllerimden yeniden doğuncaya dek.

Sevgi ve saygılarımla.

Erhan UYSAL

# YAZARIN DİĞER YAZILARI

Yazar Erhan Uysal - Mesaj Gönder


göndermek için kutuyu işaretleyin

Yorum yazarak Kocaeli Barış gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Kocaeli Barış gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Kocaeli Barış gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Kocaeli Barış gazetesi değil haberi geçen ajanstır.



Anket Körfez Belediye Başkanı kim olsun?
Tüm anketler